-
Türkiye’de Kitap Pulbiber Dergisi Yayında Kadın sesinin yükseldiği, kadın yazarların ağırlıkta olduğu aylık kültür, sanat, hayat dergisi Pulbiber çıktı. Derginin ismi, Didem Madak’ın şiiri Pulbiber Mahallesi’nden ilha
-
Dünyada Kitap Milenyum Serisi’ne Yeni Kitap Stieg Larsson’ın dünyada seksen milyon satan Milenyum Serisi kitaplarına, yazarının ölümünden sonra yeni bir kitap eklendi. “Ejderha Dövmeli Kız” kitabı ve sıradışı kadın
-
Ah Şu Hayvanların Elimizden Çektiği! Şebnem Kadıoğlu, esaslı bir gözlemci. Kedi ve köpek hikâyeleri üzerinden güzel bir toplumsal eleştiri kitabı çıkarmış. Elbette hikâyelerin merkezinde, Leylâ adlı köpek var. Tüm sevimliliğiyle, canlılı
-
Grey’in Bakış Açısından Uzun yıllar televizyon sektöründe çalışan E. L. James, bir gün çocukluk hayallerinin peşinden gitmeye karar verdi ve yazmaya koyuldu. Böylece dünyayı sarsan, 52 dile çevrilerek 125 milyonu aşan bir sa
-
Fransız Felsefesine Öznel Bir Bakış Yaşayan en ünlü felsefecilerden Alain Badiou’yu tanımak için felsefeyle haşır neşir olmanız şart değil. Gezi direnişinin ardından yaptığı bir konuşmasına Gezi’de yaşamını yitirenleri anarak başladığı
-
Kadının Uykusu ile Uyanışı Edebiyat bazı gerçekleri daha iyi anlatır. Yaşadığımız dünyanın, ülkenin, evin gerçekten ne kadar içinde olduğumuzu sorgulamamız, dışarıda bıraktığımızı sandıklarımızın aslında ne kadar yakında oldukl
-
Her Şeyi Bilmek Mümkün mü? Yazar ve yayıncı Marcus Chown, “Dünyanın Tüm Dertleri” isimli kitabında bir hayli büyük bir işe kalkışıyor. Yazar kitabında, insana ve gündelik hayata dair ne varsa üzerine kafa yormak iddiasıyla yola
-
Karanlık Bir Kurgu “Büyücünün Diyarı”, Büyücüler dizisinin üçüncü ve son kitabı. Dizinin takipçisi olmayanlar için kısaca hikâyeyi özetleyelim: Zekâsıyla yaşıtlarının arasından sıyrılan Quentin Coldwater, günlük hayatın
-
Köpeğinizle Yeni Bir İletişim Mümkün Evinizde bir köpeğiniz varsa ya da bir köpek almaya niyet ettiyseniz bu kitap tam size göre. Köpek eğitimi konusunda şimdiye kadar duyduklarınızı unutun. Köpeğinizin burnuna vurarak cezalandırmak, ona
-
1001 Yüzlü Gösteriş Sosyal tarihçi Carol Dyhouse’un “Kadınlar, Tarih, Feminizm” altbaşlığını taşıyan “Gösteriş” adlı incelemesi, benzerlerinden ayrılan, okunması çok keyifli bir çalışma. Dyhouse her ne kadar toplumsal ta
-
Steve Jobs Olmak Steve Jobs ölümünden sonra Apple’ın en parlak dönemlerinde olduğundan bile daha çok anılır hale geldi. Hayatı ve yarattığı markalar hakkında her yıl birçok kitap yazılmaya devam ediyor. İş dünyasındak
-
Hatıralar ve Olasılıklar Arasında Alejandro Zambra’nın nicedir beklediğim “Ağaçların Özel Hayatı” sonunda çıktı. Şükür kavuşturana. “Eve Dönmenin Yolları” ve “Bonzai”nin damağımda kalan tadından sonra bir sevgiliye kavuşur gibi kavuşt
“Yazarken; Yüreğimin Götürdüğü Yere Gitmem”
Hakan Bıçakcı'yla Söyleşi: Ceyhan Usanmaz, Fotoğraf: Uğur Uçan
“Doğa Tarihi”, “Apartman Boşluğu”, “Boş Zaman”, “Karanlık Oda”, “Rüya Günlüğü”... Daha çok romanlarını okumaya alışkın olduğumuz Hakan Bıçakcı, yeni bir öykü kitabı yayımladı. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Hikâyede Büyük Boşluklar Var”da bir araya getirdiği öykülerinde de, Hakan Bıçakcı’nın önceki eserlerinden alışkın olduğumuz o netameli atmosferle karşılaşıyoruz. Günlük hayatın içinden çıkan kâbuslar; etrafına kalın çizgiler çekerek güvenli hale getirdiğimizi düşündüğümüz –sıkıcı ama rahat– günlük hayatta basit ve ufak bir sızıntının peşinden sürüklediği gerilim... Ve adımlarını hep huzursuzca atan, yaşadıklarının rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bir noktadan sonra kaçıran kahramanlar...
İlk olarak 2003 yılında yayımlanan “Rüya Günlüğü” romanındaki kahramanı şöyle bir serzenişte bulunuyordu örneğin: “Normal bilimsel yasalarla açıklanamayan ve doğaüstü de görülemeyecek bir olay bu. Keşke doğaüstü bir olay olsaydı diye geçirdim içimden. En azından yaşadıklarımı ‘doğaüstü’ diyerek etiketler, onların ne normal ne de anormal oluşunun korkunç belirsizliği altında ezilmezdim.”
“Hikâyede Büyük Boşluklar Var”daki kişilerin yaşadıkları da, Bıçakcı’nın önceki kahramanlarınınkinden farksız. Üstelik tüm bu “korkunç belirsizlikler” vapurda, metroda, Candy Crush oynarken metrobüste, köprü trafiğinde, bir taksinin arka koltuğunda, Kadıköy-Taksim dolmuşunda gerçekleşiyor...
“Yeni yayımlanan ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’ sekizinci kitabın. Tür olarak baktığımızda ise ikinci öykü kitabın. Bir ara çokça tartışıldı türler arası geçişin ‘doğru’ olup olmadığı. Ama artık bu tartışmanın alevi sönmüş gibi. Bir alışma mı söz konusu, yoksa zaten en baştan beri böyle bir tartışmanın ortaya çıkmış olması mı anlamsızdı? Özellikle de sınırların belirsizleştiği, hemen her şeyin birbiri içinde eridiği postmodern zamanlarda yaşadığımız düşünüldüğünde!”
“Yaklaşık on sene önceki ilk söyleşilerde, ‘Roman mı öykü mü?’ sorusunu, ‘Kendimi daha çok romancı olarak görüyorum’ diye yanıtlıyordum. Şimdi o kadar emin değilim. ‘OT Dergi’nin ilk sayısından beri, yani iki seneden uzun bir süredir, her ay düzenli olarak öykü yazmak, öykü türü üzerine daha çok kafa yormak ve daha fazla emek harcamak bu sınırı belirsizleştirdi. Zaten de böyle olmalı. Temelde hikâye var. Hikâye bir kurgu mekanizmasından geçip diğer taraftan ya öykü olarak çıkıyor ya da roman. Postmodern zamanlarda disiplinler ve türler arasılık zirve yapmış durumda. Bu karmaşadan sağlam örnekler de çıkıyor. Ancak bu durumdan tamamıyla hoşnut değilim. Bir yandan da her şeyin manasızlaştığı ve içinin boşaldığı zamanlardayız çünkü.”
“Öykülerinde ve romanlarında bir ortak paydadan rahatlıkla söz edebiliyoruz. Bütün kitaplarının merkezinde, günlük hayatın içinden çıkardığın kâbusların hikâyesini anlatıyorsun. Kahramanların da çoğunlukla kentliler... Yaşadığımız şehirlere baktığımızda, giderek daha distopik bir hayat içinde savrulduğumuzu fark ediyoruz; yakın zaman içerisinde pek de kurtulamayacağız gibi görünüyor bu distopik atmosferden.”
“Aynı fikirdeyim. Ve gidişat konusunda epey karamsarım. Üstelik gündelik hayatın bu derece korkunçlaşmasıyla, bu konularda yazma isteği doğru orantılı değil benim açımdan. Gerçeküstü, fantastik, gerilim ve korku türlerine düşkün biri olarak gerçeğin bu türlere bu kadar yaklaşmasının bu konularda kalem oynatma isteğini köreltebileceğini de düşünüyorum. Okur da gazetede okuduğu dünyaya yaklaşan roman ve öyküleri ilginç bulmaz gibi geliyor bana. Gerçi bir yandan da George Orwell’in ‘1984’ünün en çok okunduğu ülkelerdeniz. Oradaki ortama en çok benzeyen ülkelerden biri olduğumuz gibi.”
“Orwell’in ‘1984’ünden bahsetmişken; yazarlara aslında hep etkilendikleri diğer yazarlar veya kitaplar sorulur. Bu soruyu biraz değiştirme imkânım var; çünkü kitaplarında filmlere de sıklıkla atıfta bulunuyorsun. Hatta özellikle romanlarını okurken, zaman zaman bir Roman Polanski ya da Michael Haneke filmi izliyormuş gibi hissediyorum. En az edebiyat kadar sinemanın da hikâyelerine katkıda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım...”
“Roman Polanski ve Michael Haneke benzetmesi için teşekkür ederim ve ‘Aman efendim estağfurullah,’ demek isterim öncelikle. Evet, sinemayla en az edebiyat kadar ilgiliyim. Bu nedenle sinemanın üzerimdeki etkisi de en az edebiyat kadar olmalı. Atmosfer odaklı gerilim filmlerinin özel bir etkisi var yazdıklarımda. İzleyici olarak diğer türleri de seviyorum aslında ama yazarken referansım; anlatmadan gösteren, belirsizliklerle ilerleyen, hikâyesi atmosferinin geri planında kalan, olay akışı ile arka plan hikâyesi aynı doğrultuda seyir etmeyen, huzursuz ve ürpertici filmler.”
“Aynı şey müzik için de geçerli; hatta bu son kitabın ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’da, epigraflardan başlayarak çok sayıda müzisyene, gruba, şarkıya göz kırpıyorsun.”
“Hayatımda fazlasıyla yer kaplayan müzik, yazdıklarıma da sızıyor. Bu konuda kendimi frenliyorum bile aslında. Konu, ilginç müzik zevki paylaşımından ibaret sanılmasın diye. Aslında yer verdiğim müzikler doğrudan benim zevkimi yansıtmıyor. Duruma uygun bulduğum şarkılara yer veriyorum. Kendimi frenleme durumu da her geçen kitapta biraz daha azalıyor. Hayatımda bu kadar baskın bir rolü olan müziği neden yazdıklarımın dışına iteyim ki?”
“‘Apartman Boşluğu’ romanında bir müzisyeni anlatmıştın zaten, bir taraftan da ‘Karanlık Oda’ romanında bir fotoğrafçı çıkıyordu karşımıza, sen de bir süredir düzenli olarak ‘OT Dergi’de yazdığın öyküler için aynı zamanda çizimler de yapıyorsun... Edebiyat dışında, ileride, seni nerede görme imkânımız olabilir?”
“Edebiyatla ilgilenen çoğu insan gibi, edebiyat dışında yakınlık duyduğum sanat dalları var. Sinema, resim, illüstrasyon, fotoğraf, rock ve klasik müzik gibi... Yakınlık duymanın ötesinde bazılarıyla hobi aşamasında da olsa ilgileniyorum. Ancak sadece yazar olarak ortalıkta olmayı tercih ediyorum. ‘OT’a çizim yollama kararı için bile akla karayı seçmiştim. ‘Baak, hem yazıyorum hem de çiziyorum. İstersem gitar çalıp, resim sergisi açarım,’ diyormuşum gibi hissedeceğim diye. Ancak ‘OT’un editörü olan arkadaşımla konuşunca ikna oldum çizim yollamanın o kadar da sevimsiz bir durum olmayacağına. Kendini bilmek mi, tevazu mu, tutuculuk mu, demode bir tavır mı yoksa bu da ayrı bir kompleks türü mü bilmiyorum ama edebiyat dışı konularla ortaya çıkmak istemiyorum. ‘Komple sanatçılık’ta gözüm yok.”
“Ama ben yine de, sinemaya olan yakınlığın ve hikâyelerindeki sinematografik öğelerin yoğunluğunu düşününce, sinema alanında bir planın vardır diye düşünüyordum hep. Gerçi şu sıralar televizyon dizileri revaçta ama(!)”
“Doğru düşünüyormuşsun. Hatta yaklaşık bir yıldır bir film üzerinde çalışıyorum. Henüz taslak aşamasında ama. Bir yönetmenle birlikte senaryosunu yazıyoruz. Her şey yolunda giderse aynı yönetmen çekecek. Biraz gizemli oldu ama bu aşamada bu kadar anlatabiliyorum. Daha önce de senaryo çalışmalarım oldu. ‘Karanlık Oda’ romanımın uyarlamasını da yazmıştık bir başka yönetmenle. Ancak para pul, bütçe fon gibi engellerden dolayı rafta kaldı. Sinema, senaryo yazarı olarak hep ilgilenmek istediğim bir alan. Televizyon dizileri öyle değil. Televizyon böyle oldukça...”
“Kitapların için öne çıkan bir başka ortak özellik de ekonomik anlatımı tercih etmen... Bir önceki –2011’de yayımlanan– öykü kitabın ‘Ben Tek Siz Hepiniz’de, kitap yaklaşık 160 sayfa olmasına karşın neredeyse otuz öykünü bir araya getirmiştin; şimdi elimizdeki “Hikâyede Büyük Boşluklar Var” da 180 sayfa olmasına rağmen otuzu aşkın öykünü içeriyor...”
“Evet, yazdığım öykülerin hemen hepsi kısa. Bu bir tercih ya da en azından karar değil. Bir tür istemsiz yönelim. Halbuki en sevdiğim öyküleri düşününce aklıma gelen örneklerin hemen hepsi uzun. Mesela; Italo Calvino’nun ‘İkiye Bölünen Vikont’, Dino Buzzati’nin ‘Yedi Kat’, Gogol’ün ‘Burun’, Robert Walser’in ‘Gezinti’, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Abdullah Efendi’nin Rüyaları’, Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ öyküleri... Ama işte yazınca böyle kısa oluyor. Bunun nedeni de şu sanıyorum: Genellikle bir andan ve çoğunlukla tuhaf bir andan yola çıkıyorum. Bu sahnenin başı sonu kurularak oluşuyor anlatı. Hikâyenin çıkış noktası olan olay; metnin bazen başında yer alıyor, bazen ortasında, bazen de sonunda. Bu nedenle çok uzamıyor öyküler. Belki de öykünün odağını dağıtmamak konusunda fazla titiz davranıp kısa kesiyorum her seferinde.”
“Son zamanlarda da aslında böyle bir eğilim var gibi görünüyor. Kısa romanlarla, kısa öykülerle çokça karşılaşmaya başladık. Acaba sosyal medyanın bir etkisinden söz edebilir miyiz bu durum için? Genellikle görselliğin ön planda olduğu, metinlerin daha kısa tutulması gereken bir alan yaratmış durumda sanki twitter ve facebook gibi mecralar.”
“Kesinlikle etkisi var. İnci Sözlük’te uzun girişlerin hemen altına yazılan sloganlaşmış bir deyiş bile var bu konuda: ‘Kısa kes p*ç.’ Bu atmosfer hem okurları hem de yazarları etkiliyordur büyük ihtimalle. Ancak yazarken böyle hesaplara girmemek gerekir. Yani bu dönem şu uzunluk makbul diye düşünüp kafadaki anlatının ayarlarıyla oynamaktan bahsediyorum. Kriter kısa mı uzun mu değil, iyi mi kötü mü olmalı her zaman olduğu gibi. Dünya edebiyatı olağanüstü kısa roman örnekleriyle dolu ama uzun romanların yarattığı derinlik sarhoşluğunun da ayrı bir yeri olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin Marcel Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanını okumanın etkisi gerçekten başka türlü bir şey.”
“‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’da ‘Herkes Öykü Yazabilir’ başlıklı bir öykü de var. Gelişen teknoloji ve sosyal medyayla birlikte yazılanların kolaylıkla dolaşıma sokulabilmesi mümkün hale geldi. Bu ‘Kaos’tan bir düzen çıkacağını düşünenler de var elbette. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Metnin kurmacayı açık etmesi oyunlarını seviyorum ve bu kitapta birkaç yerde böyle denemeler var. ‘Herkes Öykü Yazabilir’ ise bu konuda iyice uç bir örnek. Öykünün ilk iki cümlesi şöyle mesela: ‘Öykünün ilk cümlesi önemliymiş. İkinci cümlesi değil mi?’ Yazdığı öykülerden memnun olmayan, yaratıcı yazarlık kursuna katılan, sonra yazdıklarından yine memnun olmayan bir gencin öyküsü. Öykü içinde öykü anlatmaya çalışan birini anlatan deneysel bir deneme… Kaos’tan düzen çıkması konusundaysa tam anlamıyla çelişkili düşüncelere sahibim. Bir yanım yayınevlerinin iktidarına karşı internetin demokratik, özgür ve sansürsüz zemininden yana. Diğer yanımsa bu özgür ortamı okuma zevkini gebertecek bir metin çöplüğü olarak görüp editöryel süzgecin hayat kurtaran öneminin farkında.”
“Başta dediğin gibi böylesi oyunlar var kitapta ama ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’daki öykülerin tümünü ‘oyuncul’ öyküler olarak tanımlayamayız sanırım.”
“Evet, tümü için böyle bir yorum doğru olmaz. Tümü için ne diyebiliriz ondan da emin olamadım. Belki tek ortak nokta hikâyelerdeki büyük boşluklar. Bu nedenle kitaba öykülerden birinin ismi yerine bu adı vermeyi tercih ettim. Film eleştirisi yazılarında kullanılan bir klişedir ‘hikâyede büyük boşluklar var’ kalıbı. Olay örgüsünün iyi kurulamadığına işaret eden olumsuz bir yargıdır. Bu cümleyi ödünç alıp içindeki ‘hikâye’ ve ‘boşluk’ kelimelerine başka yerden yaklaşmak istedim. Öykülerdeki bir başka ortaklık da, belirsizlik kaynaklı fantastik bir boyutla karşılaşmamız. Çoğu için geçerli bu durum. Tamamen gerçekçiden tamamen fantastiğe doğru bir yelpaze söz konusu. Kitabı oluşturan dört bölüm isminden ikisi olan ‘Nasıl Olur?’ ve ‘Ara Bölge’ de bu ton farkına işaret ediyor aslında.”
“Geçen yıl yayımlanan ‘Doğa Tarihi’ isimli romanında üzerinde bir hayli düşünülmüş bir dil kullanmaya özen gösterdiğin anlaşılıyordu; aynı şey ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’ kitabındaki öykülerin için de geçerli. Ayrıca romanlarında ya da öykülerinde kurduğun yapı da kontrollü bir çalışmanın ürünü olduklarını açıkça belli ediyor; sayfanın ya da ekranın başına oturup ‘hikâye beni nereye götürürse’ anlayışında olduğunu sanmıyorum...”
“Ne kadar doğru. Yazarken asla yüreğimin götürdüğü yere gitmem. Zihnimin, aklımın, mantığımın götürdüğü yere gitmeye çalışırım. Yazacaklarımı önceden düşünüp her ayrıntısıyla tasarladıktan sonra başlarım yazmaya. Yazarken bazı değişiklikler ve sürpriz gelişmeler olur tabii ama ana hatlarıyla baştan bellidir her şey. Duygudan değil fikirden hareket etmeye çalışırım yani. Sonuçta yaratılan bir duygudur fakat çalışma aşamasında mantık duygulara ağır basmalıdır. Öbür türlü ‘iç dökme edebiyatı’ denen o korkunç manzara çıkabilir ortaya. Dolayısıyla her türlü ‘yürek/kalp’ söylemine karşıyım. Bu, edebiyat dışında da böyle. Dünya tarihindeki faşist hareketlere bakarsak hepsinin arkasında beyne değil kalbe, mantığa değil duygulara seslenen söylemler olduğunu görürüz. Akıl bireyin; duygu ise kitlenin, militarizmin, fedailiğin motorudur. Dil konusuna gelirsek. Atmosferin önemini konuşmuştuk. Bu atmosferi yaratan en önemli unsur da kullanılan dil. ‘Doğa Tarihi’nde mekanikleşmiş bir hayat anlatılıyordu; robot uyumluluğuyla hareket eden bir karakter vardı; rutinin boğuculuğu başroldeydi. Bu durum dile de yansımalı diye düşünmüştüm yazarken. Tekrar eden cümlelerle kurulmuş bir yapı denedim. Bir niyetim de şuydu. Aynı ya da benzer cümle sayfalar sonra tekrar okunduğunda farklı bir anlam yaratsın. Bunu ne kadar başarabildim bilmiyorum ama birkaç yerde, ‘Metinde çok fazla tekrar var,’ eleştirisine maruz kaldım kaçınılmaz olarak. Metni daha akıcı veya daha süslü bir hale getirmek elimdeydi ama bunu özellikle tercih etmedim. Amacım hiçbir zaman ‘keyifli’ bir okuma sunmak olmadı. Rahatsız edici olmayı tercih ediyorum. Sıkı okur olan bir arkadaşım bu konu her açıldığında bana şöyle der: ‘Oğlum, insanları niye rahatsız ediyorsun?’ Yine aklıma geldi ve yine güldüm.”
“Kitaplarınla ilgili çıkan yazılara baktığımızda aslında çokça eleştiri alan bir yazar değilsin ama biraz önce dediğin gibi ‘metinde çok fazla tekrar var’ benzeri eleştiriler karşısında zaman zaman anlaşılamadığını ya da yanlış anlaşıldığını düşündüğün oldu mu?”
“Oluyor tabii. Ama çok sık başıma gelen bir durum değil gerçekten de. Genel olarak anlaşıldığımı düşünüyorum. Bu konuda şanslı sayılırım. ‘Tekrar’ eleştirisi, takıntılı bir şekilde yeniden döndüğüm bazı temalar için de geçerli. Hak verdiğim de oluyor bu tip eleştirilere ancak baştan bunu göze alarak yazıyorum. Her kitapta bambaşka, yepyeni bir dünya vaadim yok. Bu takıntılı birkaç tema dışında, yazdıklarımın atmosferleri de birbirine benziyor. Arka plandaki hikâyeler ve bu anlatıların gündelik hayata göndermeleri farklılaşıyor bana sorarsanız. Artık sosyal medya sayesinde eleştirilere daha rahat ulaşılıyor. Bu güzel bir şey ancak şöyle bir sorun var; yazdıklarını eleştiren kişi, yazdığın her şeyi okumuş onun üzerine mi eleştiriyor yoksa sadece bir yerde yazından iki üç cümlelik bir alıntı hatta sadece fotoğrafını görmüş oradan yola çıkarak mı yazıyor bu kısım tamamen belirsiz. Bir de eleştirilerin birbiriyle çeliştiği oluyor bazen. Biri ‘İlk bölümü çok iyiydi ama son iki bölümde sıkıldım’ derken, başkası ‘İlk bölüm baydı ama sonrası çok iyi’ diyebiliyor. Bu durum çok doğal olmakla birlikte, eleştirileri dikkate almadan kafandakileri yazmam gerektiğini fısıldıyor bana.”