-
Dünyada Kitap R.R. Martin Hayranlarını Korkuttu Efsanevi müzik prodüktörü Sir George Martin’in ölümü “Taht Oyunları” serisinin yazarı George R. R. Martin hayranlarına kısa süreli bir şok yaşattı. Beatles’ın prodükt
-
Gerçek; Algıdır Sanat Tarihi lisans eğitimine başladığım ilk haftanın sonunda elimde upuzun bir okuma listesi olmuştu. Listedekilerin çoğu Remzi Kitabevi’nin yayınlarıydı. İlk aklıma gelenler: “Sanatın Öyküsü”-E. H.
-
Üç Yazarın Diyalogu Türkiye edebiyatının genç kuşak roman ve öykü yazarı üç yazarın edebiyat okumak, yazmak ve düşünmek üzerine mektuplaşmaları “Kurbağalara İnanıyorum-Edebiyat Üzerine Yazışmalar” İletişim Yayınları tara
-
Ötekini Anlamak Edebiyatla haşırneşir olup Karin Karakaşlı adını duymayan pek azdır. Öyküden romana, şiirden denemeye edebiyatın çeşitli alanlarında ürün veren yazarın adına kapanana kadar “Radikal 2”de ve şimdilerde
-
İtirafa Teşvik, İrtifaya Davet “Ben sarkaç yapmayı çok severim. Çünkü saatte oluşmuş bütün sistemin neticesi sarkaçta alınır. Onun ağırlığını, boyunu ve kompanzasyonunu tespit etmek çok incelikli bir iştir.” Böyle diyor Şule Gürbüz
-
Bir Avuç Sımsıkı Harf Gaz lambamı yaktım. Zamana içerliyorum çünkü. Peki ya siz? Nâzım’ın aspirinin icat edildiği yüzyıla sövdüğü gibi milenyuma, topyekûn upuzun bir zamana gönül koymuyor musunuz? Baş aşağı düşüyoruz. Serb
-
Kadınlar için Yazdılar 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden hemen önce kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti odağına alan “Canımı Yakma!” Pen Türkiye ve Pen Norveç’in de işbirliğiyle Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiy
-
Bir Köy Yakılırken... Doğası ve insanıyla Cevizler Vadisi’nin yeni bir güne uyanmasıyla başlıyor “Günün Birinde”. Köyün erkekleri tarlada, kadınlar evlerinde, çocuklar top peşinde… Bir yılan serçe yavrularını yiyor, bir ka
-
Okulsuz Bir Hayat Mümkün! Kendinize en son ne zaman “şu anda başka hiçbir şeye ihtiyacım yok” dediniz? Zaferin, kazanmanın, kıyasıya rekabetin, diğerlerinden geride kalmamak ve hep daha fazlasına sahip olmak için biteviye çalı
-
Edebiyatın Yürüyüşçüleri Yürümek mevzubahis olunca, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ının akla gelmemesi pek mümkün değil. Şehrin sokaklarında, kalabalıklar arasında etrafına pürdikkat kesilmiş “aylak adam” C.’nin peşine takılıp,
-
Çizgilerle Auguste Blanqui “Ne tanrı ne efendi” sözünü çoğunluk bilir, bilir de kime ait olduğunu bilen pek azdır. Fransız devrimci Louis Auguste Blanqui’ye ait olan bu söz, onun “yarının toplumuna katkı olarak çıkardığı” gazet
Kurguda Oynayabiliriz İstediğimiz Gibi
Fatma Akerson'la Söyleşi: Neşe Pelin Kaya, Fotoğraf: Reyyan Kızılkaya
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Düğmeler ve Başka Şeyler”, hayal dairelerinin içine düşmüş düğmeleri, iç içe bir kurguyla anlatıyor. Bir yazar düşünün, eliyle çizdiği hayal dairesinin içinde üç düğme, üç düğmenin ardında birbirleriyle kesişen hikayeler bulan. İşte o yazar elinizde tuttuğunuz kitabın yazarı değil, anlatıcı karakteri Eylül. Gökten üç elma yerine üç düğmenin düştüğü kurmaca bir dünyada iyi okuru keyifli bir hikaye ve başka şeyler bekliyor. Bu hikayede düğmelere meraklı Gülşen, ileride bir masalcı olamak isteyecek Koray ve çok uzak diyarlardan gelen bir anlatıcı Mor Harmanili Kadın’ınla birlikte edebiyatın perde arkasına geçiyoruz. Fatma Akerson üçüncü kurmaca kitabıyla (zira yazarın göstergebilimle, kuramlarla ilgili çok değerli kitapları da var) okurunu anlatının inşasıyla yüzyüze bırakarak keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. Yazarla bu okurluk deneyimi ve kitapları hakkında konuştuk.
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’in anlatıcılarından Koray şöyle bir cümle kuruyor: ‘Hayal edebilmem için geride somut bir olgu, sahiden yaşanmış bir durum olması gerekmez mi?’ Sizce gerekir mi?”
“Doğrudan doğruya kitap üzerine bir yorum yapmaktan ya da bir açıklama getirmekten sıkılırım. Okur ne anlıyorsa odur. ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’in dışına çıkarırsak soruyu, akademisyen kimliğimle ya da hayat bilgisi olarak bakarsak bu benim kafamı hep meşgul eden bir sorun. Birtakım şeylerin ne kadarını sıfırdan kendimiz yaşıyoruz ne kadarı bize edebiyat, sinema, kültür olarak yükleniyor. Hiç denemediğimiz bir şeyi ilk defa deneyince ona bir anlam verebiliyor muyuz? Önceden bir örneğini görmüş olmamız gerekiyor mu? ‘Kurmak’ çok baştan çıkarıcı bir şey. Sıfırdan kurmak/hayal edebilmek gerçekten yapılabilir mi bilmiyorum. Dolayısıyla bu bir sorundur.”
“Bu bağlamda ‘Kırmızı Motosiklet’in anlatıcısı da otobiyografik izler taşıyor diyebilir miyiz?”
“Bilmiyorum. İlk defa bunu ben düşündüm ya da ilk defa benim başımdan geçti gibi bir düşünce çok baştan çıkarıcı. Ama ne kadar mümkündür? Benim kahramanlarım da zaten hep bununla mücadele ediyorlar. Bir sürü gönderme olması da bu yüzdendir sonuçta. Gerçekte de öyledir. Bilinçli olmadığımız zamanda bile bu müdahaleler hep var. Bu sorunun cevabı açıktır, istenilir, cazip bir şeydir ama sahiden mümkün müdür? Ama belki büyük yazar dediğimiz de bu modeli koyandır. Yani büyük ressamlara falan bakalım, diyelim ki Leonardo da Vinci. Önemli biri olmak, büyük biri olmak, yaratıcı olmak bununla mücadele edip biraz bunun dışına çıkmaktır. O zaman ölçüyü, o modeli koyuyor. Ondan sonra arkasından taklitler geliyor tabii o kültüre yayılıyor. Belki de büyük fark budur.”
“Kitabı yazmaya başladığınızda meselelerinizden biri de kimlik değiştirme miydi?”
“Yok, ben hiç böyle bir şey yazayım diye hesaplamam. Yani zaten şurada topu topu üç kitap var. Kaç yaşından sonra yayımlamaya başladım. Gerçek bir yazar olarak konuşabilir miyim? Daha o hissim bile tam oturmadı. Belki sonradan gelecek. Şimdi, son zamanlarda elime geçerse başka yazarların kendi yazarlıkları hakkında söylediklerini okuyorum. Ne düşünüyorlar? Neler söylüyorlar? Eskiden pek böyle şeyler okumazdım. Hepsinin söyledikleri biribirine benziyor. Demek ki böyle bir model var. Kimlik değiştirme meselesine gelince, kahramanlar bir şeyler yaparken birdenbire başka bir şey olsun istiyorlar. Yani bu da çağımızın bir getirisi herhalde. Bunlar hep olduklarından başka bir şey olmaya ya da macera aramak gibi başka bir şey yapmaya çalışıyorlar. Biraz da koşullanıyoruz belki de. Bize verilenle, bulduğumuzla yetinmemek gibi. Bir derste bir inceleme yapmıştık, bir kaç yıl üst üste. Şimdi biliyorsunuz Türkçeye bir sürü yeni sözcük girdi son dönemlerde. Bazıları hakikaten eski sözcükleri yok ettiler. Mesela kimse artık tahtelbahir demiyor, denizaltı diyoruz, bu değişti. Bazılarının ikisi de kaldı. Burada vereceğim örnek hayat ve yaşam. Niye kaldı? Anlam değişikliği oldu bir süre sonra. Hayat daha çok size verilen hazır gelen şeydir. Yaşam ondan sizin ne yaptığınızdır belki de. Bunu sınıfta çocuklarla tartışarak çıkarmıştık. Yani onların çıkardığı sonuç, benden ziyade. Dolayısıyla yaşam olarak baktığınızda herkes kendi yaşamını şöyle veya böyle bir şeyler yapmak istiyor. Daha eski dönemlerde bu o kadar yaygın bir şey değildi. Ne verilmişse onun içinde kanaat ederek devam ediliyordu. Şimdi daha farklı oldu her şey. Kültürel değişiklerin sonucu belki bu. Bütün dünya, medya, teknik çok değişti. Çok imkân var bir kere. İşte orada ben hep oynuyorum: Geçmişi değiştirebilir miyim?”
“Bütün yazdıklarınızda geçmişi yeniden kurmak/kurgulamak bir mesele...”
“Ama insan öyledir. Ben şimdi neyim, kimim diye baktığınız zaman bunu geçmişinizle birlikte düşünürsünüz. Yani buraya nasıl geldim, ne oldum falan. Ama şimdi hakikaten tam kendi geçmişinize bakarken geçmişiniz nasıldı? Öyle mi bakıyoruz? Yoksa olmayan şeyleri hayal mi ediyoruz? Kendimizi başka bir şey mi farz ediyoruz. Gerçek hayatta tam böyle gitmez ama kurguda oynayabiliriz istediğimiz gibi. Kurguda çok da farklı bir geçmiş hayal edebilirsiniz. Kimse buna engel olamaz.”
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’in ithaf kısmı da kurgusal anlatıcısı Eylül’ün cümlelerinden oluşuyor. Burada da farklı bir tercihiniz var. Neden?”
“Bir alışkanlığı kırmak belki de. Orada büyük bir isim verilir. Bir arkadaşım da ‘Bu kadar uçma.’ dedi. Ama böylesi daha çok hoşuma gidiyor.”
“Aslında anlatı o ilk sayfadaki klasik biyografi ve kitabın künyesinden hemen sonra başlıyor böylece. Anlatıcı problemlerini vurgulamanız da bu kurguya hizmet ediyor bence. Kitabı okurun gözlerinin önünde inşa ediyorsunuz...”
“Niye sahtekârlık yapalım? Sonuçta bir şey yazdığınız zaman bir şeyleri uyduruyorsunuz; o kahramanları da uyduruyorsunuz. Bunu saklayıp gerçekmiş gibi yapmak belki daha çok oyun oluyor. Böylesi bana realite dediğimiz gerçeğe –hakikat anlamında kullandığımız–daha yakın geliyor. Zaten ben bunları uyduruyorum. Niye saklayayım uydurduğumu?”
“Anlatıyı görseller, dipnotlar, linkler hatta Wikipedia alıntılarıyla destekliyorsunuz. Bir anlamda kitabın sınırları içindeki gerçekliği baltalarken bir yandan da gerçeklik duygusunu beslemek bu...”
“Yayınevi kabul etse ben kitabın içine CD de koyacağım. Hatta renkli küçük bir video. Yani alanları birbirine karıştırmayı seviyorum. Ama çok kolay olmuyor. Böyle bir kitabın içine ancak fotoğraf koyabiliyorsunuz onlar da siyah beyaz basılıyor malesef.”
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’de başka anlatılarla da yakın bir ilişki kuruyorsunuz. Kimi zaman okuru, dipnotlarla başka bir esere yönlendiriyorsunuz...”
“Az önce de konuştuk. Dünya çok mu değişti yoksa birtakım şeyler olduğu gibi kalıyor mu? Bu bir problem. Dolayısıyla orada birtakım eski masalların beni ilgilendirmesi, herhalde bu problemin çerçevesinde kafamda dönen bir şey. Öncelikle bu var. Bir de yalnız eski masallar değil daha yeni metinlere de göndermeler var. Calvino, edebiyat bir bütündür, herkes bir kenarından bir şey ekler, diyor. O his bende çok var. Yine bu da, yepyeni bir şey yapmak mümkün müdür, değil midir sorusuna geliyor. Bu problemler etrafında dönüyor bazı şeyler. Bence metne bu şekilde kuramsal da bakılabilir ama hikâyenin sizi alıp götürmesi lazım. Sonra ne olacak fikrinin de olması lazım gibi geliyor. Edebiyat deyince aslında temel sorun bir metnin kendini okutabilmesi olmalı. Onu yapamıyorsanız zaten ne yaparsanız yapın. Çok bilgece şeyler de söyleseniz bir işe yaramaz insanlar sıkılıyorsa. Bana daha cazip gelen o sonra ne olacak sorusunu sordurmak. Kendim de onu kurarken eğleniyorum aslında. Daha çok ilgimi çeken budur. Ama bunu kurarken sağdan soldan bir sürü şey giriyor muhakkak ki.”
“Üslubunuz yer yer şiirsel. Dilbilimci olarak bu dili nasıl oluşturuyorsunuz? Yoksa içten gelen bir şey mi bu?”
“Yani içten gelen bir şey tabii. Her şey içten gelerek yazılıyor sonuçta. Yine de her yazdığımı bin defa okuyup şu cümle olmadı, şu cümlede ‘de’yi sona alırsam daha akıcı olur şeklinde bunlarla çok oynuyorum. Söylediğim şeyin içeriği çok ukalaca olabilir ama ifade ediliş tarzı ukalaca olmasın. Buna çok dikkat ediyorum. Yani o en ukala en karışık şeyler bile böyle çok sıradan bir şeymiş gibi söylensin. Bu da biraz hocalık deneyimi galiba. Bir öğrencinin karşısına ben her şeyi biliyorum tavrıyla çıkarsanız zaten kendinizden uzaklaştırıyorsunuz. Önemli olan onu içeri çekmek. Belki bu üslup da derste edinilmiş bir üslup olabilir. Bunu hiç düşünmemiştim, okur üzerindeki etkisini, bu şekilde. Yapmak istediğimin, bu olduğunu biliyorum ama tam bilemiyorum kendi psikolojimi o kadar.”
“Bu kitapta düğmeler, lacivert taşlı halka, çöl, kedi, karga, hüthüt kuşu ve başka kuşlar var. Son kitabınızda yansımalar ve simgeler daha ön plana çıktı sanırım...”
“Bilmiyorum. Bunu hiç düşünmedim. Sizde öyle bir izlenim bırakıyorsa öyledir demek ki.”
“O zaman planlayarak yaptığınız bir şey değil...”
“Yok. Ben çok planlayarak yazmıyorum zaten. İçime bir his gelmesi lazım. His ya da bir görüntü bile olabilir; hatırladığım bir sahne olabilir. Yani bir şekilde başlıyorum. Sonra nasıl bitireceğimi de bilmiyorum. Yine de ortalarda bir yerde son cümleyi görüyorum. Arada ne olacak, oraya kadar nasıl geleceğim onu çok önceden planlamıyorum. Yazdıkça çıkıyor. O kahramanlar kendi yolunu çiziyor; bunu herkes söyler.”
“Daha öncesinde alanla ilgili çalışmalarınız, başka kitaplarınız var. Kurgu yazmaya nasıl karar verdiniz?”
“Ben çok eskiden beri kurgu yazıyordum zaten yeni bir şey değil. Sonra üniversite, hocalık filan söz konusu olunca ikisini paralel götüremedim. Bir tuhaf geldi. Yani derse giriyorsunuz bir şeyleri ciddi ciddi anlatıyorsunuz. Sonra birdenbire o hafta bir romanınız çıkmış. Roman insanı çok daha açık eden bir şey. Onu beceremedim, ikisini birden götürmeyi. Bunun matrak bir hikâyesi var. Sınıf arkadaşlarım bende kalıyorlardı. Biz lise arkadaşlarımızla görüşmeye devam ederiz. Daha ‘Kırmızı Motosiklet’in ilk öyküsü ya da öyküleri vardı elimde. O arkadaşım okudu. Ben daha o zaman üniversitedeydim, emekli olmamıştım. Onun da aklına güvenirim. ‘Çok güzel bunlar,’ dedi. ‘Hocalık mocalık bırak bu işleri, otur böyle yaz,’ dedi. Ben de belki birisinin böyle bir şey söylemesini bekliyordum. Hemen dediğini yaptım. ‘Kırmızın Motosiklet’in öyküleri yeni, o sıralarda yazılmıştı. ‘Nisan’daki bazı şeyler çok önceden yazılmıştı. ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’ de yeni. Bir sürü attığım daha başka şeyler de var, yazıp yazıp beğenmediğim. Yani hep oynadım yazmakla onu demek istiyorum. Aslında eskiden bilgisayar yokken elle yazıyorduk ya beyaz kâğıda, o baştan çıkarıcı bir şeydir. Önünüzde beyaz bir kâğıt vardır, üstünü dolduracaksınız. Ama ister araştırma, akademik bir şey olsun ister başka türlü olsun o doldurma eylemi, beyaz kâğıdın yarattığı his aslında çok farklı değildir. Benim diğer kitaplarım da mesela ‘Edebiyat ve Kuramlar’ da böyle hikâye anlatmaya yöneliktir. Herhalde böyle bir eğilimim varmış.”
“Bir parantez açarak söylemek gerekirse ‘Edebiyat ve Kuramlar’ gerçekten okuması çok keyifli bir kuram kitabı.”
“Bir öğrencim bir keresinde bana bir şey söylemişti. İltifat mıydı değil miydi önce biraz tereddüt ettim. Dilbilimle ilgili bir kitabım için ‘Kitap, kitap gibi değil’ demişti. Herhalde öğrenciyi zorlamayan, içine alabilen bir kitap anlamında söyledi onu.”
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’de epey müdahil bir anlatıcısınız. Aklıma Ahmet Midhat Efendi geliyor. Ahmet Midhat’tan bu yana ne değişti bu konuda?”
“O da benim temel problemlerimden birisi. Ne değişiyor bu dünyada? Muhakkak ki bir sürü şey değişiyor ama bazen de hiçbir şey değişmemiş gibi geliyor insana. Artık hangisi doğrudur bilmiyorum. Ama Ahmet Midhat Efendi’nin o yaklaşımını severim. Biraz Brecht-vari bir yaklaşım da olabilir. İzleyiciye, okura okur olduğunu izleyici olduğunu hatırlatır. Bunun bir öykü olduğunu, arkasında bir yazar olduğunu; o bir diyalogdur sonunda. İyi bir şeydir gibi geliyor bunu bilerek okumak veya yazmak. Okurken de bazen aynı duyguyu duyuyorsunuz. Bazen bir yazarın anlattığı sizi çok etkiliyor. Yani çok derinden bir yerden yakalıyor. O zaman ‘Ay karşımda olsa da konuşsak şunu’ hissi geliyor. Bunun için müdahil olmayı seviyorum.”
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’de bir başka dikkat çekici yön de aynı sahnenin tekrar tekrar anlatılması. ‘Nisan’da da vardı bu. Okurda ‘deja vu’ hissi yaratmaya yönelik bir tavır mı?”
“O da var. Romanları çok yorumlamak istemiyorum ama öyle oluyor. Gerçekte de böyle oluyor, bir şeyleri hatırlarsınız. Biraz değişir hatırlarken, tam olarak aynı olmaz bakış açınız. Bazen değişmez.”
“Kendi yazdıklarını açıklamaktan pek hoşlanmıyorsunuz ama akademik olarak birçok eseri de açıklıyorsunuz bir yandan. Bu, yazarken de istemsizce önünüze geçiyor mu?”
“Bu şekilde bakmamaya çalışıyorum. Ama herhalde oluyor. İyi bir şey değil o. Bir mesleki deformasyon. Ben aslında edebiyatçı değilim. Doktoram da göstergebilim konusundaydı; daha çok onlarla uğraştım. Daha sonra yazdığım bir sürü şey de dilbilimle ilgiliydi. Dilbilim veya göstergebilimle ilgili ama sonra dönüp dolaşıp edebiyat kuramlarına yani göstergebilimden edebiyata doğru kaydım. İster istemez bir kuramsal bakış, yöntem ediniyorsunuz. Kurgu nedir, nasıl yazılır… Yazarken bunlardan kurtulmak mümkün değil. Yıllarca hayatınızı belirlemiş o bakış açısı. Öyle bakmamaya çalışıyorum ama yazarken kurgu problemleriyle kafam uğraşıyordur herhalde. Yani bunun iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorum kendi adıma.”
“‘Kırmızı Motosiklet’ten de sizin anlatınıza çok uygun düşen bir cümle dikkatimi çekti: ‘Edebiyatı bükmek ne kadar heyecan verici değil mi?’
“Evet ben de o cümleyi sevmiştim. Hatta birtakım arkadaşlarıma da söyledim. Bakın ben böyle bir cümle buldum, edebiyatı bükmek diye. Benim de hoşuma gitmişti. Bükmek nedir? Bir şeyi çevirmek, değiştirmek onla oynamak; onun gibi bir şey herhalde. Geçmişi değiştirmek gibi.“
“‘Nisan’ ve ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’ roman başlığıyla yayımlandı, ‘Kırmızı Motosiklet’ ise anlatı olarak, bu sizin tercihiniz mi?”
“Bu Murat (Yalçın) Bey’in seçimiydi. Ben onu öyküler olarak düşünmüştüm. Üç öykülü bir kitap diye. O, bunlar birbirleriyle bir şekilde bağlanıyor ama tam öykü değil tam roman değil anlatı diyelim, dedi. Ben çok uzun yazamıyorum. Sıkılıyorum uzun yazınca, bir yerde bitsin istiyorum. ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’ de öyle. Baktım, doksan dokuz sayfa olmuş. Bir roman mı sayılacak? Belki o bile bir uzun öykü sayılabilir. O tür kategorileri sevmiyorum. Gerçeğe ne kadar uyuyor? Biraz da uyuyor tabii. Hiç sınıflandırma yapmadan da olmuyor, bazı şeyleri kategorize etmek şart. Ama çok fazla abartmamak lazım galiba. Yani işte o ‘edebiyatı bükmek’ de belki böyle bir şey. Birinden ötekine geçilebilmeli. Resim olmalı, dediğim gibi bana kalsa CD de koyacağım içine; daha renkli resimler, belki onları hareketli kılabilsem. Müzik de ilave edeyim, şu müzikle okuyalım gibi. Böyle şeyler katılabilir. Niye olmasın? Zaten var. Anlatıda geçer ya hep arada bir şarkı adı, bu şekilde katılmış oluyor.”
“Biraz da diğer kitaplarınızdan, bu söyleşide ötekiler olmuş mesleki kitaplarınızdan bahsedelim. Hangisini yazmak daha keyifli, kurmaca olanlar mı diğerleri mi?”
“Az önce de söyledim. Bir şey yazmaktan her zaman mutlu oldum. Yazdığım ne olursa olsun. Ders hazırlamak olsun herhangi bir arkadaşıma mektup yazmak olsun, artık onlar da küçük e-maillere dönüştü ama. Tabii ki bilimsel araştırma daha zahmetli. Ama onun da bir keyfi var. Şimdi artık böyle şeyler yazmama pek gerek kalmadı. Yine de hayatımdan tamamen çıkmış değil. Arada ufak tefek çevirilerle falan uğraşıyorum.”
“Etkilendiğiniz yazarlar arasında kimleri sayabilirsiniz?”
“O kadar çok var ki. Daha yenilerden gidelim. Türkiye’den yola çıkarsak muhakkak ki Oğuz Atay’dan hepimiz etkilenmişizdir. Yusuf Atılgan’dan da herhalde etkilenmişimdir. Çok zor bunları sıraya dizmek. Yabancı yazarlardan herhalde Calvino’dan etkilenmişimdir. Selma Lagerlöf’ün Gösta Berling’inden gerçekten etkilenmişimdir. Ama yazar olarak mı anlattıkları hikâyelerin okuduğum dönemde benim beklentilerime ya da o zamanki ruh halime karşılık geldikleri için mi bilemiyorum. Eschenbach’tan da etkilendim; ‘Belakane’ öyküsünde bahsi var. O kadar çok şey vardır ki etkileyen; bunların yanısıra filmlerden de etkilenmişimdir muhakkak.”