-
Dünyada Kitap Yerdeniz Serisine Yeni Öykü Ursula K. Le Guin’in ünlü fantastik serisi “Yerdeniz”in ellinci yılı şerefine seriye bir öykü ekleniyor. İki yıl önce e-kitap olarak piyasaya sürülen “The Daughter of Odren
-
Hayat Futbolu Taklit Eder * Psikolojinin futbol ile ilişkisi denilince akla ilk gelen genellikle, bir psikoloğun, koçun veya yöneticinin soyunma odasında “motive edici” bir konuşma yapmasıdır. Medya da “... bir konuşma yaptı ve
-
Murakami’den Yeni Roman Haruki Murakami kadar üretken yazar az bulunur. Ülkemizde de her yıl mutlaka bir ya da iki kitabı çevrilen Murakami, en az “İmkânsızın Şarkısı” ve “Sınırın Güneyinde Güneşin Doğusunda”da olduğu gibi d
-
Dört Dublinli Bir Kitapta Oscar Wilde, James Joyce, Samuel Beckett ve William Butler Yeats’i bir kitapta buluşturan ne olabilir? Yazınsal akrabalıkları mı, yoksa kişisel yakınlaşmalar mı? “Dört Dublinli” isimli bu kitapta, Wil
-
Çürümenin Öyküsü: 1990’larda Medya Çok yaşlı sayılmam henüz ve hayatımın kalanını iyi niyet ve güzelliğin serpildiği bir dünyada yaşamayı, ne işe yaradıklarını yeni yeni anlamaya başladığım peri masallarından birini anlatabilmeyi arzu
-
Vonnegut Okuru İçin Bir Seçenek Kurt Vonnegut’un adını, geride bıraktığımız birkaç aydır daha sık duyar olduk. Yakın zamana dek sıkı Vonnegut takipçisinin ayırdında olduğu bir baskı problemi vardı: Dost Kitabevi’nin yayımladığı Vonn
-
Gündüz Vassaf’tan Gençlere Armağan Gündüz Vassaf’ın yeni deneme kitabı “Ne Yapabilirim?” küresel Gezi gençliğine ve ebeveynlerine ithaf edilmiş. Kitabın alt başlığı “Geleceğe Kartpostallar” da olunca şunu düşünüyor insan, acaba bu, Vas
-
Şafak’tan Türkiye’nin Temsili Roman “Türkiye, en nihayetinde, gerçekleşmemiş potansiyeller diyarı değil miydi?” diyerek başlıyor Elif Şafak’ın son romanı. “Havva’nın Üç Kızı”, “Meyhane ile cami kadar uyumsuzlardı babası ile annesi” diye
-
Çürük Çıkan Armutlar Üzerine Modern dönem açısından ebeveynlik çocuğun fiziksel, duygusal, sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını yetişkinlik dönemine kadar destekleme anlamını taşıyor. Her ne kadar insanlık tarihinin en eski
-
Mehmet Eroğlu’nun Aforizmaları Romanının odağına tüm açmazları, çelişkileri, yaraları ve acılarıyla birlikte “trajik insanı” oturtan Mehmet Eroğlu, elde bir kurşun kalem ve ufak bir not defteri eşliğinde okunmalı bana kalırsa. Çünk
-
Yunan Adalarında Tatil Düşünenlere... “Ege’nin iki yakası” tartışmalarına bu yaz başında bir yenisi eklendi! Ege’nin Türkiye kıyılarında mı, yoksa Yunanistan kıyılarında mı tatil yapmak daha avantajlıydı? Aslında kıyıda köşede yazılıp çiz
-
İlaç Sektörünün Kurbanı Çocuklar Psikiyatrik hastalıklar hızla yayılıyor. Hatta dönem dönem bazı hastalıklar moda oluyor. Depresyon, manik depresif, bipolar bozukluk, panik atak gibi hastalık adları günlük dile girdi bile. Eğer hayat
“Sevgi Aslında Politik Bir Eylem”
Karin Karakaşlı'yla Söyleşi: Neşe Pelin Kaya, Fotoğraf: Reyyan Kızılkaya
Karin Karakaşlı’nın yeni kitabı “Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz” günümüzün gerçeğine tanıklık ederken edebiyatın ve dilin gücünden yararlanıyor.
Türkiye’nin yakın tarihine dair gerçek belgelerle yazarına hesap soran kurmaca karakterlerin iç içe geçtiği kitapta, metinler birbirine epigraflarla bağlanıyor. İstanbul’dan Berlin’e, katı gerçekten kurgunun derinliklerine geçiş yaparken Asiye Kabahat’in, dünya üzerine hüzünlü şarkısını dinlemiş oluyoruz. Parça parça metinlerin meydana getirdiği kitabın aynı zamanda yazamama halinin bir dışavurumu olduğu da söylenebilir. Kitap, yazarın gerçekliği kurguya dönüştürme sürecini açıkça ortaya koyması bakımından da dikkat çekici.
Bu ay Karin Karakaşlı’yla, birçok şair ve yazarın da çağrışımlar aracılığıyla eşlik ettiği son kitabı, sözün işlevi ve gerçekliğin sınırları hakkında söyleştik.
“İlk sorum kitaplarınızdaki yaşam-kurmaca ilişkisi hakkında olacak. Bana biraz Vüs’at O. Bener metinlerini hatırlatıyor. Bu bir benzerlik olduğu kadar karşıtlık da aslında. Onun metinlerinde ‘Yazıklanmanın yararı ne?’ diye sorar, sizde bu ‘yazık bana’ya dönüşüyor.”
“Bu kitabın yazımı sırasında okuduğum hiçbir şeyi düşünme alanım olmadı. Bu kitabın çıkışı, üzerinde en az kontrollü davranabildiğim süreç oldu. Bir yandan kurgu olarak matematiğine, mimarisine çalıştım ama bir yandan da ipleri elimde tutmadığım bir süreçti. Temel olarak da edebiyatla hayatın anlatıcı ses olan benim üzerimden hesaplaşması gerçekleşti. Bu kitabı ‘ben’i anlatmak gibi bir gayeyle yazmadım. ‘Ben’ orada samimiyeti pekiştiren ve her bir okura kendi hikâyesiyle anlatının içine katılma imkânı sağlayan, meramı anlatmanın aracı oldu.
Bir yerden sonra da anlatıcı ‘ben’in kendi yolculuğuyla Asiye Kabahat’e dönüşmesi de var. Hatta kurgunun kendi içine yazılmayan bir romanı dâhil edişi de var. Dolayısıyla türler arası gidip gelen bir durum var. Nereye kadar hayat kurgulandığı gibi yaşanır nereye kadar yazıldığı gibidir? Edebiyat olanca egemen haliyle bütün hayatı kapsayabilir mi? Yoksa en büyük kurgu hayat mıdır? Bunlar benim bitmeyen sorularım aslında. O nedenle de kitap bir miktar bu sorular ekseninde o anlatıcı ‘ben’ üzerinden şekillendi.”
“Aslında bir paralellikten bahsedilecekse en çok Tezer Özlü metinleriyle ilişki kurduğunuzu söyleyebiliriz. Bitmez yolculuklarda geçmişe dönüşler, epigrafların etkisiyle de belki, onu hatırlatıyor.”
“Bu kitap özelinde öyle oldu. Tezer Özlü sadece edebiyatıyla değil ruhuyla da hayatımda olan bir insan. Her edebiyatını takdir ettiğin yazarla da böyle bir bağ kurarsın diye bir şey yok. Sevgi Sosyal ve Tezer Özlü; duruşları, kadınlık halleri, hesaplaşma yolları, kendilerine ait ikisinin de çok farklı mizahı ile benim için böyledir. Bu kitapta alıntıların pek çoğu ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’tan. Ben yollardayken yolculuk fikriyle de çok ödeştim. Giderken aslında kendinden de mi gidiyorsun? Yolculuk bir yere varmak mıdır yoksa yolun kendisi midir? Bu kitap, ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’un doksanlı yıllarda ve iki binlerde çok yoğun kimlik politikası eksenli versiyonu gibi oldu. Şiirlerden bağımsız, metin olarak en fazla alıntıladığım da Tezer Özlü’ydü ve bana yoldaş oldu bu kitapta.”
“Kitabın en temel noktası Hrant Dink’in ölümü, öldürülmesi oluyor. Anlatının dönüp dolaşıp geldiği yer sizin bu acıyla yazı aracılığıyla başa çıkma süreciniz. Bu, kitabın biçimini de belirliyor sanırım.”
“Yazıyla hesaplaşma hatta yazamama halini kabullenişim 2008 sonrası oldu. Ben üretken bir yazar olarak görülüyorum. Parça işlerde özellikle o dönemde antolojilere, bağımsız öyküler yazabildim; şiir kitapları, çocuk kitapları çıkarabildim. Bunlar o alanların sana dayattığı kurallara yaslanabilmektendi. Bütünlüklü bir kitabın çıkmadığını aslında sadece ben biliyordum. Her şey parça parçayken bunu yapamıyordum. Bu kitap da başlangıçta bir word dosyasına alınmış notlardı, yıllar yılı da sadece notlar halinde kaldı. İyi bir okur fark edecektir, epigraflarla birbirine eklemlendi. Bütün metinlerin bağımsız olarak birbirine canhıraşça bir el uzatıp, ha gayret devam etme hali var. Açıkçası bendeki hissi bu. Dolayısıyla Hrant Dink’in öldürülüşüne değil ondan sonraki sürece odaklandım. O dönem hissettiklerimi yaşadıklarımı, o dönem tanımadığım bütün insanların yas ve şifa bulma hallerine denk gelebilmesini ümit ederek yazdım. Çünkü kişisel bir hikâyenin bu kadar kalabalık bir dünyada fazla bir ehemmiyeti olacağını düşünmüyorum. Bencil tınlayan bir ‘ben’le benim hiçbir alıp vereceğim yok. Hayatımda Hrant Dink’in yeri ve üzerimdeki emeği çok ayrı ama Türkiye yakın tarihinde oluşturduğu milat da var. Edebiyat aracılığıyla, onların da bir nevi kayıt tutuculuğuna sığınmak istedim. Çünkü zaten bize her an yaşadığımız gün yalana dönüştürülerek bir düzen dayatılıyor. Edebiyatın yazarın hayal dünyasını onun edebi dilini yansıtması dışında bu tip coğrafyalarda tarihin bizden esirgendiği ya da inkâr edildiği yerlerde gayri resmî tarihin kaydı olma gibi bir misyonu da var. Bunu kendine dert ediniyorsa yazara sağladığı böyle bir olanak var. Ben kendime gerçekten dert edindiğim için bu zamanların kaydını da tutmak istedim.”
“Böylece bu kitap tarihe tanıklık ederken hem yazarı hem okuru için bir şifa bulma sürecine dönüşüyor. ”
“Çünkü yazının ve sözün böyle bir gücü var. Kimse çok masum değil. Ben de yeri geldiğinde sözü bir silah gibi kullanabilmeyi biliyorum ama bunun yarattığı tahribatı da biliyorum. Yani durduk yerde iyi olunmuyor. İyilikle de benim hep bir derdim var. İyi insan olma hali hep küfür gibi hissettirilir. O iyilik; emek isteyen, irade konulması gereken bir iyilik. Sözü nasıl, hangi amaç için kullandığınla ilgili. Dili neye dönüştürdüğünle ilgili; çünkü dil dönüşebilen bir şey. Bu anlamda bir sözle ödeşme hali; çünkü hepimizin öfkeye nefrete sarılacak türlü gerekçesi var. Hatta bunu yapmadığımız oranda mucizevi insanlarız. Ben sözün iyi gelmesine inanan bir insanım. İyi gelsin istiyorum. Gaye bu olunca kendinden başlıyorsun, başkasına söylenebilecek büyük cümlelerden, nasihatlerden, koca genellemelerden imtina ediyorsun. Önce kendine dönüyorsun.”
“Son dönemde edebiyatımızda aforizma ön planda, belki sosyal medyanın da etkisiyle. Sizin metinlerinizde böyle ifadelere rastlamıyoruz. Bu aforizma meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz”
“Çok oyunbaz bir hayat var. Çabucak değişebilen canlılarız. Tanıma halimiz hiç bitmiyor ki! Mutlaka bir yerden kendimize dair bir şey keşfediyoruz. Ben kısa, öz cümleleri çok önemsiyorum. Onları söylemek büyük aforizmalardan daha zor. Sadeleşmeye çalıştıkça daha fazla tökezliyorsun. Bayağılaşmayan bir sadelik çok zor.”
“Anlatıda dikkat çeken noktalardan biri de isimler. Başlangıçta Karin adı üzerinde duruyorsunuz sonra o Asiye Kabahat’e dönüşüyor. İsimler üzerine kafa yordunuz mu?”
“Ben seviyorum isimlerin hikâyesini. Sözlük karıştırmayı, mitolojiyi, hikâyeleri severim. Eskimeyen, zamanın bizden alamadığı hâlâ anlatılmaya ihtiyaç duyulan her şey gibi, isimler de böyle. İsimlerimiz kaderimizi belirliyor noktasına gelmeyeceksem bile gerçekten bir etkisi olduğuna inanıyorum. Bir de kendini adlandırmaya kalkıyorsan ilan ederek ya da sadece kendinin bileceği şekilde, bu artık başka bir ‘ben’e dönüşeceğinin akdi, taahhüdü olur. Mutluluklardan doğmayız da ağırlıklı olarak acılardan, aldığımız derslerden doğarız. O doğduğumuz anların bir nişanesi gibi oradan anlatılabilecek ve daha fazlamıza dokunabilecek hikâye olduğunu düşünüyorum. Yine aynı şeye, şarkının gücüne geliyor. Şarkı, zamanı da mekânı da insanların sıkı sıkıya sarıldıkları kültürel, etnik, dini farklılıkları da aşan; seni yerle bir eden acayip büyülü bir şey. Yazı benim için şarkıya yaklaşabildiği oranda kıymetli. Çünkü düşünsene ben şu anda senle konuşurken de bir dil kullanıyorum, küfrederken de aynı dili kullanıyorum. Şarkı ne kadar özerk ve kendi içinde duruyor, resim keza öyle. Bu kadar kullanım altındaki bir şeyden o biricik, daha farklıyı yaratmak başka bir hikâye.”
“Kitabın adındaki Zeki Müren göndermesi, onun tüm o şaşalı kıyafetleriyle toplumun her kesimince benimsenmesine ve şarkıların gücüne işaret ediyor sanırım. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?”
“LGBTİ hareketi içerisinde özellikle ∄ki kitapta da yansımaları var∄ kendini yeniden doğur diye bir ritüel var. Heteroseksüel dünyadan bağımsız, daha biricik bir özellik olarak öne çıkıyor. Trans arkadaşlar özellikle bunu çok iyi deneyimler. İki cinsiyetten birinin sınırları içinde durmayıp daha büyülü bir yaşamı tercih edenler bunu bilir. Kendine ad vermek o kadar da kolay bir şey değil. Kendine ad verip sonra o adı bir şekilde kabul ettirmek ya da öbürünü ardında bırakmak zor. Zeki Müren de hem hayatındaki duruşu hem de sahneye getirdiği özellikleriyle önemli. Mesele cinselliğe ve cinsiyete geldiğinde o kadar riyakâr bir toplumuz ki! Bu çok ötede diye kodladığımız, diğer tüm kimliklerden yakın olan LGBTİ hareketinin hem politik mücadelesinden hem de tek tek bireylerinden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ilhamların büyük kısmı doğrudan LGBTİ hareketine de dayanıyor.”
“Kitabın bir kısmını da basın açıklamaları, gazete haberleri, bildiriler ve başka kitaplardan parçalar oluşturuyor. Anlatı epigraflarla olduğu kadar bu katı gerçeklikle de birbirine bağlanıyor diyebilir miyiz?”
“Orada iki şey vardı, biri dediğin kayıt mekanizmasının içinde gerçeğe tutunma. Bütün bu bilgi kalabalığı ve sağanağı altında belki dikkatimizden kaçan ya da bu kitabın kendi kurgusu içinde bambaşka bir çerçeveden görebileceğimiz kayıtlar, basın açıklamaları, makale alıntıları, kimi telefon konuşmaları yer aldı. İkincisi de çok üzerinde durduğum dilin farklı kullanımları idi. Ben yazının farklı türlerini denemekten ve onlardan beslenmekten çok mutlu olan bir insanım. Hem gazeteci hem yazar olmaktan gelen iki dili birbirinden ayrı tutma mücadelem, bu kitapta dönüp dolaşıp ‘Dil nelere dönüşebilir?’ sorusuna dayandı. Dil içinde ne gibi olanaklar barındırır ya da hangi kalıplara hapseder? Bunları göstermek açısından da çarpıcı geliyor.”
“Kitapta anlatıcıdan ‘içimdeki kadın’ diye bahsedilirken birden anlatının orta yerinde, gelip kendini dayatan Thomas, ortaya çıkıyor ve kurmaca için diretiyor. Belki başka bir kitap için kurgulanmış hikâyesini bu kitabın içine yerleştiriyor.”
“Ben gelip yazarından hesap soran Thomas’tan, başka bir roman için kurguladığım Thomas’a göre çok şey öğrendim. Onun gerçekten eve gelip beni sarsması, hesap sorması gerekiyormuş. Kitapta okurken gerçekdışı gelmiyor. Dolayısıyla kitap, aynı zamanda neyin nereye kadar gerçek neyin nereye kadar kurgu olduğunu, akıl oyunları soğukluğuna kaçmadan sorgulama ve sorgulatma imkânı da verdi bana. Hakikat, yalan ve kurguyla ∄tek başına olmadığımdan emin olarak∄ çok ama çok büyük derdim var. Sadece edebiyatçı falan olduğum için değil bizatihi hayatın içinde her günümüzde, bizden gerçeklik alınmaya çalışıldığı için. Bu nedenle de öfke, acı, infial gibi duygulardan çok delirme gibi bir tehlikeyle somut olarak karşı karşıyayız.
“Thomas ve annesinin hikâyesi pekâlâ ayrı bir kitap olarak da basılabilirdi. Neden bu anlatıya dahil ettiniz?”
“Bu çerçeveyi arzu ettiğini düşündüm Thomas’ın. Fotoğraflarda vardır ya poz vermenin kendisi kadar arkası da önemlidir. Arka plan olmayan o arka, o bakış, o perspektif, o çerçeve ile Thomas’ın buraya geleceği vardı. Kendi hikâyesini, bu anlatının içerisinde önü ve arkasıyla tıpkı hayattan bir kesit gibi sunmak istiyordu. O bölük pörçüklük bana çok gerçekçi geliyor. Hayatı da insanlarla ilişkilerimizi de biz böyle parçalı yaşıyoruz. Çok sevdiğimiz insanların kimi zaman ya da çoğu zaman düşündüğümüz kadar yanında olamıyoruz. Kendimizi türlü rutinlerin içinde buluyoruz. Bir an yanaşıyoruz sonra tekrar hayat alıp götürüyor. Bu akış içerisinde Thomas da kendine bu kitabı seçti.”
“‘Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz’ özelinde ben biraz hayatın gerçekliği karşısında pes etmiş bir yazar gördüğümü söyleyebilirim.”
“Öyle aslında. Kitabın ilk bölümlerinde de var, ses ‘Hayat edebiyata beş basarmış,’ diyor. Melek de çıkıp diyor ki ‘Sen altıdan başla’. Hayatın kudretini kabullenip teslimiyeti o noktaya koydum. Bunun yanında hayata “Sen kudretlisin ama ben de bu muktedirlik hikâyesinden başlar, zaaflarına kadar inerim,” deyip, yine o noktadan meydan okumak istedim. Hayata, ‘Sen de edebiyattan etkilenmiyor değilsin, hoşuna gidecek şeyler elbette vardır,’ deyip kurgumu oradan başlattım. Yani kabullenip, kimi zaman yelkenleri indirip pes ettim ve tam da oradan tekrar ayağa kalktım. Ben o düşmelerin önemine inanan bir insanım. Bazen düşmekten daha büyük bir yükselme hali yok. Kemiklerin sızlar, dibine kadar inersin ve aslında o noktada bütün kısa devrelerin de attığı için sen dünyanın en güçlü insanısındır. Bütün korkularını korkmuşsundur, kaybedeceğin hiçbir şey kalmamıştır, kendine ettiklerinin yanında başkalarının sana edebileceği bir şey kalmamıştır. Oradan ayağa kalkıp devam edersin, bunlar öyküye yakışan anlardır.”
“Sizin anlatılarınızın genelinde hayatı keşfeden saf, iyi niyetli karakterin bir noktada isyan ettiğini görüyoruz. Yazmak da bu isyanın neticesi mi?”
“İyi niyetin aptallıkla eş tutulduğu bir çağda yaşıyoruz. Dolayısıyla aptal değilsen ve iyi olmak çok iradeli bir çabansa ‘bir dakika arkadaş’ deme ihtiyacı hissediyorsun. Seçenekler belli o noktada. Sen de üzerine sıçrayan çamuru şöyle bir her tarafına sıvazlayıp oyuna dahil olabilirsin ya da o kirle pasla mücadelene devam edersin. Bu sefer de bir korunma zırhı gerekir. Bu kadar da herkesin seni yaralamasına imkân tanıyamazsın. Sevgi çok büyük bir emek ve aslında çok politik bir eylem. Seçtiğin kişilere yönelmeli; seçtiğin değerlere yoğunlaşmalı. Böylece büyüyebilirsin. Ben kitapta hayatın bitimsizliğinin de hissedilmesini istedim. Bu benim anlatmayı tercih ettiğim kadardı. Hayattan bir kesitti, hayatımdan bile değil. Aynı zaman dilimi içinde benim için çok kıymetli bambaşka insanlar da oldu, onların da hikâyeleri bundan daha az kıymetli değildi ama bir tercih yapıyorsun. Çünkü üzerinde yoğunlaştığın bir mesele var ki zaten kurgu o. Anlatıcının ben dediği yerler bile bir yerden sonra Karin olmaktan o sebeple çıkıyor. Bu noktada bir okur Karin Karakaşlı olsa bunu şöyle devam ettirirdi diyorsa, hatta kendi hissiyatıyla dâhil olabileceği boşluklar hissediyorsa benden daha mutlusu yok. Çünkü ben çağrışıma da çok inanıyorum ve arzu ediyorum oraya birileri teyellensin. Çember genişlesin.”
“Son şiir kitabınız ‘İrtifa Kaybı’ 2015’te yayımlandı. Anlatılarınızın parçalı formunun şiirlerinizle bütünlendiğini söyleyebilir miyiz?”
“Doğru diyorsun aslında. Aynı insan yazdığından türler ne kadar farklı olsa da yine o meselen değişmediği için birlik oluyor. Şiir kendisi o kadar ayrıksı, özerk cumhuriyet gibi duruyor ki yazıda ne kadar parçalara teslim oluyorsam şiirde onların bütünlüklü bir akışta birbirini takip edişi önemli hale geliyor. Tek tek hiçbirinde dert yok aslında hepsi ayrı ayrı şiirler olarak duruyorlar. Peki ama bütün bu şiirlerden sırf sen onları yazdın diye şiir kitabı olmuyor. Orada kurgudan ziyade şiirin iç sesi önemli. Şiire sormak, ‘Sen kimle yan yana durmayı tercih edersin, derdin ne, senin yanına önüne arkana ne yakışır?’ demek gerekiyor. ‘Böyle bir şiir var mı?’ diye sormak, eğer oluşmamışsa beklemek zorundasın, onların bir kitaba dönüşmesi için. Şiirler birbirini çağırıyor ve bir yapı oluşturuyorlar. Öyle ki ondan sonra sen onları sarsamazsın. Tabii ki okur tek tek bir şiire, hatta bir şiirin bir dizesine odaklanacaktır. Bu şiirin ona tanıdığı bir armağan, hepimizin yaptığı. Bunun dışında bir akma halleri var ki aslında romanlardan bile daha zorlayıcı aslında.”
“Peki, şu sıralar yazdığınız bir şey var mı?”
“Metin olarak bir şey yok. Bir süre duracakmışım gibi geliyor. Yeni bir çocuk romanı teslim ettim. Yine o bahsettiğim özel alan olmalarından yararlanıp. Şu anda bir şeyler geldiğinde sadece şiir olarak geliyor. Muhtemelen bir süre şiir olarak gidecek. Bu benim nefes alma halim. Sadece şunu biliyorum, bir daha bir şey yazmak nasip olursa içinde anlatı falan olarak da ben olmayacağım. Bu benim ‘ben’le olan son hesaplaşmamdı. Bundan sonra daha farklı bir kurguya teslim olabilirim. Eğer anlatılması beni bu kadar sarsacak bir hikâye de varsa, yoksa sorun da değil bu da yetebilir bir süre ve şiirden devam ederim. Şimdi benim biraz, durma beslenme ve dolma zamanım.”