-
Dünyada Kitap Kitap Okuyanlar Daha Uzun Yaşıyor Yale Üniversitesi öğretim üyeleri Avni Bavishi, Martin Slade ve Becca Levy’nin yaptığı araştırma için elli yaşın üstünde 3635 denek üzerinde çalışıldı. Araştırmaya ka
-
Pagoda’da Saklı Bir Kalp… Bugüne dek çocuklar için yazan, ayrıca birçok çocuk-gençlik romanını Türkçeye kazandıran Zeynep Alpaslan, bu kez yetişkinlere seslenen bir ilk romanla okurun karşısına çıktı. Zeynep Alpaslan ismini, ç
-
Grangé’dan Yeni Bir Seri Katil Hikâyesi Polisiye severlere müjde: Gerilim polisiye türünün önde gelen temsilcilerinden Fransız yazar Jean-Christophe Grangé’ın 2015 yılında yayımlanan ve çıkar çıkmaz çok satanlar listelerine kurulan romanı “
-
Tenten Edebiyat mıdır? Çizgi roman dünyasının kıyılarına adım atıp da Tenten’i tanımayanımız yoktur. Hadi kitaplar olmadı çizgi filmlerinden biliriz Belçikalı gözü pek gazeteci Tenten’i. Belçikalı çizer Hergé’nin yarattığı
-
Stephen King’i Bile Korkutan Bir Roman Hayaletleri ilk önce kim yarattı? Eski inanışlar mı? Yoksa onlar, insanların korkularını ifade ediş biçimlerinden biri, korkunun vücut bulmuş hali mi? Kim bilir belki de onu ilk kez bir delinin hezeya
-
“Çalışma”yı Nasıl Kavramsallaştırırdınız? “Çalışmak” geçimimizi nasıl sağladığımızdan başlayıp kimliğimizi nasıl inşa ettiğimize kadar uzanan etki alanıyla hem tek tek bireyler olarak hem de bir bütün olarak toplumumuzun varoluşundaki merkezi
-
Fawer’den Oz Büyücüsü Uyarlaması Adam Fawer ismini tüm dünyaya 2006 yılında yayınlanan ve dünya çapında 18 dile çevrilen “Olasılıksız” ile duyurmuştu. İlk kitabıyla hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Fawer’in ikinci kitabı “Emp
-
Yeni Tatlar Arayanlara... Acı, tatlı anılar, hayatın tuzu biberi yaşanmışlıklar, aynı sofradaki lezzetler gibi tadı damağımızda kalan kelimeler... Yemek yemeyi büyük bir keyif haline getiren, sofrasını dostlarla paylaşmayı ve
-
Yeniçeri’nin Romanı 1800’lü yılların başında Osmanlı Batı’da ve Doğu’da topraklarını kaybetmeye başlamış, hızla modernleşen Avrupa karşısında geri düştüğünün farkına varmıştı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı’ya hizmet eden Yen
-
Bir David Cronenberg Nostaljisi Zamanında, 1986 yapımı “Sinek” (The Fly) filminden fazlaca etkilendiğimi hatırlıyorum. Yeniden, yeniden ve yeniden izlemiştim. Nedeni ise net değil kafamda. Belki hikâyenin merkezindeki teleportasyon
-
Bütün Bunlar Hayat İşte… Kadın kahramanlara karşı derin bir merakım ve inkâr edemeyeceğim bir düşkünlüğüm var. Okurluk yolculuğum boyunca pek çoğuyla kitaplar bittikten sonra da uzun vakitler geçirdim. Bende derin izler bırak
-
Muazzez İlmiye: Asırlık Bir Çınar Herhangi bir haber kaynağı içerisinde 100 yaşında ya da 100 yaşını aşmış bir insanla ilgili bir haber okuduğumda ya da gördüğümde aklıma gelen hayatın bütün zorluklarına rağmen insanın bu kadar uzun y
“Yazma Eylemini Başlatan Okumalardır”
Ercan Kesal'la Söyleşi: Yeşim Esin Hamamcı, Fotoğraf: Reyyan Kızılkaya
Ercan Kesal’in yeni kitabı “Cin Aynası”, yazarın zihninde demlendirdiği hayat hikâyelerinden yola çıkıyor. Onları sinema ve edebiyatla ortak noktada buluşturuyor. Metin Erksan, Nuri Bilge Ceylan, Yaşar Kemal gibi ustalarla dostluklarını kâğıda dökerek yeniden anıyor. Bunları yaparken kullandığı yalın ve “bizden” dili sayesinde okuruyla samimiyet kuruyor. Gazete yazılarının birleşmesinden oluşan bu kitapta yazar, aynasını çoğunlukla Anadolu’ya tutuyor. Roboski’yi, Dersim’i, darbeleri, Anadolu insanını, bozkırın hem acı dolu hem umut verici yanlarını görüyoruz aynanın içinde. Oradan günümüze, Gezi’ye kadar uzanıyor yazar. Yaşadıklarını, oyuncu, yazar ve hekim kimliğiyle harmanlayan Ercan Kesal’in belleği bu kitapta kayda geçiyor.
“Öncelikle kitabınız girişinde kendinize sorduğunuz sorular üzerinde durmak istiyorum. ‘Yazarlık arzuhalcilik midir?’ diye soruyorsunuz. Okurla hemhal olma hali, okur-yazar arasındaki empati üzerine neler düşünüyorsunuz? Yazarlık gerçekten arzuhalcilik midir?”
“Bir süre önce; beni etkileyen, sevdiğim ve bazen de öykündüğüm yazarların çoğunun önceki mesleklerinin ‘gazetecilik’ olduğunu fark edince biraz afallamıştım. Başta G. G. Marquez... Ölünceye kadar gazetecilik yapmış. Ernest Hemingway sonra; 1922 yılında İstanbul’a gelip savaş muhabiri olarak çalıştığını biliyor musunuz? Yakınlarda kaybettiğimiz ve benim bir numaram olan Eduardo Galeano, gazeteci olarak öldü. Dostoyevski uzun süre bir gazetede makaleler yazmıştı. Thomas Mann, Jack London, John Steinbeck... Hayatlarında bir dönem gazetecilik hep olmuş. Bizde Refik Halit Karay, Nurullah Ataç, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Aziz Nesin...
Sonra şunu anladım, iyi edebiyatın kuralları aslında iyi yazmanın kuralları demek. Bir gazete yazısı için ne lazımsa edebi metin için de o lazım. Kısa, anlaşılır, samimi ve net... Bir arzuhalcinin de olmazsa olmazı. Yazarken yapılan ne? Sokaktan aldığın kelimeleri cesaret ve samimiyetle yeniden üretip gerçek sahiplerine iade ediyorsun. Arzuhalcilik de bundan başka nedir ki?”
“Edebiyatın kuralları demişken yazarken belirli bir form üzerinden mi ilerliyorsunuz yoksa kuralsızlık kuralınız mı?”
“‘Cin Aynası’nın girişinde ‘Niye Yazıyorum?’ sorusuna cevap verirken aslında kendi kendime, yüksek sesle düşündüğüm bir şeyi paylaşmaya çalıştım. Kasabamı özlediğim için mi yazıyorum? Çocukluğuma geri dönmeye çalıştığım için mi yoksa? ‘Evet bu yüzden yazıyorum’ diyebileceğim bir şey olsa keşke, ama bilmiyorum. Yazdığım zaman iyi hissediyorum, içimdeki tortulardan kurtuluyorum. Bu yüzden, en fazla ‘Yazmak iyi geliyor’ denebilir. Ben bir hekimim. Okulunda okudum ve yıllarca mesleğimi yaptım. Bilirim o mesleği. Ama oyunculuğu da, sinemayı da, senaristliği de, belki yazarlığı da el yordamıyla, sonradan, ‘alaylı’ yönüyle keşfedenlerden birisiyim. Yazmakla ilgili; birincisi, bir ‘ilham’ tarafı var işin. Kişinin meşrebine göre oluşan çok özel bir durum bu. İçime doğan şeyi çok önemsiyorum bu yüzden, ondan hiç vazgeçmiyorum. İçinde samimiyet var çünkü. Yazmakla ilgili ikinci merhale ise işin teknik tarafı. Bence orada ağır bir zanaat var. Misal, o ayakkabının sayasını öyle keseceksin. ‘Ben onu başka türlü keseyim’ diyemezsin. Senden öncekiler o sayayı nasıl kullanmışsa sen de öyle kullanacaksın. Sen başka bir cins deri kullanabilirsin, modelini başka seçebilirsin. Ama o deriyi öyle keseceksin! Bizden önce yazanların nasihat ettikleri şeyler var ve çok önemli bunlar. Mesela Hemingway’in yazmaya ilişkin basit gibi gözüken kuralları vardır: ‘Olumlu bir cümleyle başlayın’ diyor. ‘Kısa, kesin cümleleriniz olsun, uzun yazmayın’ diyor. ‘Çok, olağanüstü, müthiş gibi kelimeleri metninizden atın’ diyor. Bu basit gibi gözüken uyarıların kıymetli şeyler olduğunu anladım. Basit, yalın, açık, samimi, kısa, net cümleler… Benim yazıma kattığım ise, senarist kimliğimden belki, okurun ‘yazıyı seyretmesini’ sağlamak. Beni okumasınlar, yazıyı seyretsinler istiyorum. Böyle olunca diyaloglara istediğim gibi giriyorum, çıkıyorum. Uzun betimlemeler yapmıyorum. Belki oradaki havayı, kokuyu birkaç cümleyle anlatıveriyorum. Mutlaka sıkı bir finali olsun istiyorum. Okuyucuyu seyirci gibi kabul etmeye başlayınca sanki elimde kamera varmışçasına okura diyorum ki ‘Gel hadi şuraya birlikte bakalım’.”
“Kendinize ‘geçmişe duyduğum özlemle mi yazıyorum’ diye sormuşsunuz. Geçmiş, anılar, ilk hekimlik yıllarınız yazılarınız için önemli bir hafıza oluşturmakla beraber çıkış noktası da oluyor. Buna ‘Peri Gazozu’nda da rastlıyoruz.”
“Bütün yazdıklarımın kaynağı deneyimlerimdir. Ne yazıyorsam oyum ya da neysem onu yazabiliyorum. Bütün edebiyatçılar, yaşadıklarını bir malzeme gibi kullanarak okuruna koşulsuzca inandıracağı ‘yeni bir gerçeklik’ sunan insanlardır. Bu sırada geçmişinden, yaşadıklarından ve deneyimlerinden başka başvurabileceği hiçbir şeyi yoktur. Gözlemler, anılar, deneyimler hepsi de vazgeçilmez ve olağanüstü malzemelerdir. Bu yüzden anılarım, edebi yolculuğumu başlatan bir nirengi noktasıdır. Hayatı nasıl yaşıyorsam, öylesine açık, samimi ve dürüstçe kullanmak isterim kalemimi.”
“Eserlerinizi okurken ‘benim bir derdim var, size anlatacaklarım var’ dediğinizi duyuyoruz. Meseleleri, hassaslıkları olan bir yazarsınız. Bunu yaparken de dediğiniz gibi sıcak, samimi bir dil kullanıyorsunuz. Sert meseleler üzerine söz söylerken bunu nasıl söylediğimiz daha da mı önem kazanıyor?”
“Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/Yağ ile bal ede bir söz... Yunus’un şiirinden... Söz önemli ama onu nasıl söylediğiniz daha önemli. ‘Ne söylediğimiz’ kadar önemli olan bir başka husus da, ‘nasıl söylediğimiz.’ Nasıl söylüyoruz? Bir terapist ya da bir öğretmen gibi mi? Ya da bir politikacı gibi mi? Doğrusu, kendimiz gibi söylemeliyiz. Başka birisi olmaya da niyetlenmemeliyiz.”
“Tıp Fakültesi’ni bitirdiniz. Psikoloji ve antropoloji eğitimi aldınız. Aynı zamanda Yozgat Blues’da, Bir Zamanlar Anadolu’da ve daha birçok filmde oyunculuk yaptınız. Hekim olarak ‘insan’ı, oyuncu olarak da ‘insanlık’ hallerini yakından tanıyorsunuz. Bu açıdan baktığımızda insana dair gözlemleriniz, biriktirdikleriniz miydi sizi yazmaya iten?”
“Yazma eylemini başlatan okumalardır. Okumazsanız, yazamazsınız ve çok okumaya başlamışsanız bir süre sonra zaten yazmaya da başlarsınız. Ama esas olarak yazmak eylemi, bir başkaldırıdır, isyandır. Size dayatılan anlamsız ve tekdüze bir hayatın karşısına kendi hayal dünyanızın ürünü, uydurma ama dışardaki dünyadan çok daha gerçek ve renkli, başka bir dünya koyarsınız. Okur, sizin önerdiğiniz dünyanın çok daha sahici ve anlamlı olduğunu sizinle birlikte duyumsarsa işinizi yapmışsınız demektir.”
“Bu kitap aynı zamanda Deniz Gezmiş’ten Erdal Eren’e, Hrant Dink’ten Berkin Elvan’a Ali İsmail Korkmaz’a, Ethem Sarısülük’e selam niteliğinde. Anadolu’da yaşayan devrimci ruhlu insanlardan da sıklıkla bahsediyorsunuz. Onlar sizin kahramanlarınız diyebilir miyiz?”
“Onların bir kısmı abim, tanıdığım, birçoğu dostum, arkadaşım, hepsi de istisnasız kardeşimdi. Hayat, tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir. Hepsi de hayatlarını bildikleri gibi yaşadılar. Hepsi de çok gençti. Ama, sayılar nedir ki zaten? Onlar bana, hayatın sayısını değil, kalitesini hatırlatıyorlar. Sessiz ve sönük bir biçimde bitmesi beklenen bir hikâye yerine, içine en coşkun itirazlarını ve uğruna her şeyi göze aldıkları hayallerini koydukları büyük bir roman gibi yaşadılar bence.”
“Peki neden ‘Cin Aynası’?”
“2013 yılında uzunca bir süre Radikal Pazar ekinde yazdım. Daha sonra bu yazılar başka yerde yayımlanmamış yazılarla birlikte elden geçirildi ve ortaya ‘Peri Gazozu’ çıktı. Radikal’de yazdığım dönemde BirGün Pazar’da da yazmaya başlamıştım. Birbirine benzeyen üslupta yazılar yazmak yerine BirGün için daha çok sinema, edebiyat ve nostalji ağırlıklı yazılar yazdım. Aklımdaki, ‘Peri Gazozu’undan sonra oradaki sinema ağırlıklı yazıları ‘Cin Aynası’ adında başka bir kitapta toplamaktı. ‘Cin Aynası’ yaman bir öztürkçeci olan Nurullah Ataç’ın sinema sözcüğüne karşılık önerdiği öztürkçe bir kelime. Galiba Cinema kelimesinden ilham almış. Kelime tutmamış, Sinema kelimesinden vazgeçilmemiş. Ama ‘Cin Aynası’ kelimesini nedense çok sevdim ben. BirGün yazıları, Radikal’den ayrıldıktan sonra da devam etti. Üstelik sadece sinema yazılarıyla da kalmadı. ‘Cin Aynası’nda hem sinema, edebiyat yazıları, hem de ‘Peri Gazozu’ndaki öykülerin benzerleri var. Daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış iki de uzun öykü var.”
“Yazılarınızda en dikkat çeken şey hepsinin geçmişte yaşanmış bir olaydan yola çıkarak bugüne uzanması. Örneğin faşizmden bahsederken Avanos’ta yaşadıklarınızdan Gezi’ye kadar uzanan geniş bir yelpaze oluşturuyorsunuz. Bu yapıyı bilinçli mi kuruyorsunuz?”
“Kuşkusuz... ‘Peri Gazozu’nun sunuşundan birkaç cümle almak isterim: Hayatımız bir yumağın sürekli sarılmasıdır. Yaşadığımız her şey, ardımıza takılıp gelmekte ve doğal olarak da birikmektedir. Yol boyunca ne yaşandıysa toplamaktadır çünkü. ‘Bugün’ diye adlandırdığımız şey, geçmiş ile geleceğimizin toplamıdır. Yani geçmişimiz; elimizden uçup gitmiş kaybolmuş bir zaman parçası değildir. Şimdiki zamanın içinde duran, bekleyen bir şeydir. Bu duran şeyin bir başka adı bence ‘bilinç’tir ve ‘belleğimizi’ kapsar. Yine bu nedenle hayatlarımızda ortak bir tema oluşturan nesne, duygu ya da olaylar da ‘vicdanımızdan’ başka bir şey değildir sonuçta.”
“Yılmaz Güney’i sıklıkla anıyorsunuz. Yılmaz Güney ve filmleri sizin için ne ifade ediyor?”
“71 yılında 12 yaşındaydım. Yılmaz Güney ‘Ağıt’ filmini bizim oralarda (Avanos, Ürgüp) çekiyordu. Çocuklardan biri bir haber uçurdu: ‘Yılmaz Güney beyaz bir arabayla benzinliğe gelmiş!’ Mahallenin tüm çocukları top sahasından koşarak onu görmeye gittik. Yılmaz Güney sağ arka köşede biraz düşünceli, üzgün, sakince oturuyordu. Önümdekileri iterek yaklaştım arabaya. Ellerimi arabaya dayayarak: ‘Yılmaz Abi,’ dedim yavaşça. ‘Abi, seni çok seviyoruz biz.’ Bir süre önüne baktıktan sonra, kaldırdı kafasını ve gülümsedi. Tıpkı filmlerindeki gibi. Sonra işleri bitti ve gittiler. Arkasından ‘Yılmaz Abi, Yılmaz Abi’ diye bağırdık var gücümüzle. Elini salladı camın arkasından. Yine filmlerdeki gibi. Yılmaz Güney hayatımızın tüm gerçekliğinin beyaz perdede cisimleşmiş haliydi. Hem hayaldi hem gerçek. Hem çirkindi, hem çok yakışıklı. Hem âşıktı, hem sevilen. Hem kederimizdi, hem de umudumuz. Bu topraklarda sinemayı seven her çocuğun, içinde mutlaka Yılmaz Güney geçen bir anısı vardır.”
“‘Artistlik Yapmayan Artisttir’ başlıklı bölümde, oyunculukta ‘mış gibi’ davranmaktan nasıl kaçındığınızdan bahsediyorsunuz. Yazdıklarınız da öyle. Hedefiniz dolaylı yoldan anlatmak değil. Gerçekçilik daha ağır basıyor…”
“Ben sinemaya oyuncu olarak değil senarist olarak girdim. Üç Maymun’un oyuncu seçimleri sırasında yönetmen, patron rolünü oynamamı istediğinde o akşam eşime (Nazan Kesal) danıştım. Eşim defalarca tiyatroda, sinemada oynamış profesyonel oyuncu. ‘Yapabilirsin, neden yapamayasın, istersen bir deneyelim’ dedi. Nazo eline kamerayı aldı. Yazarlarından biri olduğum metnin bir bölümünü oynamaya başladım. Patronmuş gibi davranmaya çalışıyordum. Çok kötüydüm. ‘Kendini seyreder misin? Ne yaptığına bir bak’ dedi. Çektiğini bana seyrettirdi. Bende aydınlatma yaratan şey, eşimin bana gösterdiği ‘mış gibi oynamak’ olan oyunculuğun ne kadar berbat olduğuydu. Orada bir patron gibi davranmaya çalışmıştım. Halbuki ben hastane yöneticisiyim. Zaten patronum. Benim yapmam gereken şey, birisini taklit etmek yerine kendimdeki patronu çıkartıp onu ortaya koymakmış. Çünkü en iyi kendimi tanıyorum. Diyeceksiniz ki ‘hep patron oynamadınız ki, demiryolu işçisi de, muhtar da, şarkıcı da oldunuz.’ Benim içimde bir muhtar da var, şarkıcı da var. Sadece onu bulup çıkarmaktı önemli olan. Oyunculukta rol yapmak yerine ‘o olmayı’ keşfettim, tercih ettim. ‘Artistlik yapmak’tan kastım da bu. Bizde ‘artistlik yapma’ eleştirisi, çok süslü kelimeler kullanan birisine ‘edebiyat yapma’ denilmesine çok benzer. Aslında kastedilen ‘olduğundan farklı görünmeye çalışma, biz seni tanıyoruz, senin gerçek cümlelerin bunlar değil’dir. Yazarken de bunu yapmaya çalıştığımdan her seferinde metinde daha basit, daha anlaşılır neyse onun peşine düşerim. ‘Yazıyı süsleyeyim, yüksek edebiyat yapayım!’ hiç aklımdan geçmez. Artistlik yapmayan, artisttir. Evet. Edebiyat yapmayan da yazardır bence. İyi edebiyatçıdır.”
“‘Bir haftadır yağan karın ardından ayaza kesmiş bir gece yarısıydı.’, ‘Sıcak, çok sıcak bir yaz günü. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, güneş yakıyor tenimizi.’ Yazılarınızın ilk cümleleri. Anlatıklarınız film karesi gibi göz önünde canlanıveriyor. Çarpıcı tasvirleriniz, kullandığınız dilin sadeliği ve akıcılığı Yaşar Kemal’i hatırlatıyor. Yaşar Kemal okuru olmanın verdiği bir esinlenme diyebilir miyiz?”
“Onun ismiyle benim ismimin aynı cümlede geçmesi bile benim için onur. Yaşar Abi’nin bildiğim kadarıyla uzun bir tahsil dönemi yok. Ama şöyle bir şey yaşamış; adliyenin önünde oturmuş ve yıllarca hikâye dinlemiş. Birileri gelmiş, derdini anlatmış, üstüne az ya da çok para vermiş. O da yazmış. Demiş ki sonra ‘götür bunu hâkime ver’. Birinin ağzından o hikâyeyi alıyorsun, sonra onu bir gazeteci tavrıyla metne döküyorsun. O hikâyeyi inandırıcı kılmak zorundasın aldığın parayı hak etmek için. Çünkü adam onu hâkime verecek, lehine bir hüküm bekleyecek. Bu müthiş bir şey.”
“Hekimlikte arzuhâlcilik var mı?”
“İşte tam da o. Hasta geliyor, sorduklarını saklamadan cevaplıyor. Kaçacak bir tarafı da yok. Eşine bile anlatamadığı şeyleri sana anlatıyor. Anlatmak zorunda zaten. En yakınından bile saklayabilir. Hekimden saklayamaz. Bu yüzden bizim işimiz ile arzuhalcilik çok benziyor. Bu hikâyeler bizde birikiyor. Belki de Yaşar Kemal’in yaptığı arzuhalcilik ile benim yaptığım hekimliğin bizi aynı sulara taşıdığı söylenebilir.”
“Dediniz ya okur da sahnenin içine girsin istiyorum. Yazarken siz de o sahnede oluyor musunuz?”
“Tabii. Yaşarken fark ettiğim detayları ancak içine girerek hatırlıyorum. Mesela şunu hatırlıyorum: Mecburi hizmet yıllarında o kadar çok uyandırılırdım ki kasabada. Gece on kere yirmi kere kalkılır mı? Yorgana sarılıyorsun, gece çok soğuk. Benim lojmanın çok berbat bir zili vardı. En son, zilin arasına tahta kaşık soktum. Bassan da çalmıyor. Bu sefer kapıyı yumruklayarak uyandırırlardı. Benim yazılarımda hiçbir zaman kapının zili çalmaz bu yüzden. Çünkü ben zile zaten kaşık soktum. Yoksa, ‘Kapının zili çaldı. Hay Allah, yine hastaydı gelen’. Böyle diyemem. Böyle bir cümle yok hayatımda.”
“Anlatıcılığınızın annenizden size geçtiğini duyduk, doğru mu?”
“Mutlaka, evet mutlaka öyle. Marquez ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı on yıl düşündüm ama iki yılda yazdım.’ der. On yıl boyunca düşünmüş nasıl anlatırım diye. Anneannesinin hikâye anlatış tarzını hatırlamış sonra. Anneannesi tuhaf, olağanüstü şeyleri sanki sıradan bir şeymiş gibi anlatırmış. O da anneannesi gibi anlatmaya karar verince roman çıkmış. Biz biraz öğrendiklerimizle, yaşadıklarımızla malulüz. Sakatlanıyoruz yaşadıklarımızla. Anneannelerimiz, babaannelerimiz, annelerimiz çok safî, direkt ilişki kurabiliyorlardı bu dünyayla. Şimdi yok bunların hiçbiri. Post-modern dünyanın kaçınılmaz bir sonucu olsa gerek.”
“Düzenli olarak yazıyor musunuz? Bazı yazarların belli saatleri vardır. Gündüz yazarlar. Ya da çok disiplinli bir şekilde devamlı yazarlar. Bazıları da aklına geldiği an direkt kâğıda döker.”
“Yolda otururken, bir yere giderken kafanızda dönüp dolaşan şeyler yavaş yavaş hizaya gelir. Hatta onları aklınıza geldiği an daha sonra yazmak için küçük notlar alırsınız. Yazıyla ilgili de bende oluşan şey bu. Biraz dolaşıyor benimle o yazı. Mıknatıs gibi bazı şeyleri çekiyor, biriktiriyor. Sonra oturup yazıyorum.”
“Yeni bir eser hazırlığınız var mı?”
“Ayrıntı Yayınları bu sene 1000. kitabını yayımlıyor. 1000. kitap özel bir kitap olsun istemişler. Editörümüz Burhan Sönmez. 1910’dan 2010’a kadar Türkiye’nin yüz yıllık politik, sosyal, kültürel tarihiyle ilgili bin fotoğraf seçildi Enis Rıza arkadaşımızın arşivinden. Bunların içerisinden tercih ettiğim yüz fotoğrafa Bergervari fotoğraf okuması yazdım. Tabii, kendi üslubumca. Aralık ayında çıkacak.”