-
Türkiye’de Kitap “Siyah Safra”nın İlk Sayısı Çıktı “Siyah Safra” dergisinin ilk sayısı yayımlandı. Siyah Safra, “Aylık Melankolik Şeyler” sloganıyla yola koyuldu. “Siyah Safra”ya; ister fanzin, ister dergi, gazete, kâ
-
Dünyada Kitap Gizli Teşkilat Doris Lessing’i İzliyormuş! İngiliz gizli teşkilatı MI5’ın yirmi yıl boyunca Nobel Ödüllü yazar Doris Lessing’i izlediği ortaya çıktı. Komünistlere olan yakınlığı ve ırkçılık karşıtı sö
-
Bu Dünya Yetmez ise... Yakın bir arkadaşım, zaman zaman bir Hobbit köyünde yaşamayı hayal ettiğini söylediğinde bir hayli gülmüştüm. “Yüzüklerin Efendisi” serisine düşkünlüğünü biliyordum ama bu kadarı biraz fazlaydı! Fakat
-
Kurtarıcımız Gülse Birsel! Çoğumuzun sevilen komedi dizisi Avrupa Yakası ile tanıdığı Gülse Birsel’in hayranları kitaplarının ve köşe yazılarının da sıkı takipçisi. Birsel’in altıncı kitabı “Memleketi Ben Kurtaracağım!” yakın z
-
Çocukluğumuzun Unutulmazları Şairliği kadar popüler kültür tarihi konusundaki birikimiyle de dikkat çeken Sunay Akın, çocukluğumuzun kahramanlarını bir kitapta bir araya getirmiş: “Hayal Kahramanları”. Yaşayan en etkileyici hikây
-
Mikroekonomi’ye Adım Adım “İyi iktisatçı olmak istiyorsanız iktisatı bir ders gibi değil toplumsal yaşamı anlamanın ve analiz etmenin bir aracı gibi görmeniz gerekir,” diyor bir “tweet”inde Mahfi Eğilmez. Eğilmez, gazetelerdek
-
Suriye’yi Anlamak Türkiye’de dış politika denildiğinde bazı araştırma enstitülerinin raporlarına itibar eden akademisyenler ya da parti sözcüsü gazeteciler televizyon programlarına konuk olarak çağırılır. Kurduğu her c
-
Gerçek Sevginin Gücü Filmleriyle tüm dünyada adından söz ettiren Ferzan Özpetek, romancılıkta da bir o kadar iddialı olduğunu ilk romanı “İstanbul Kırmızısı” ile kanıtlamıştı. Sanatçının sinema eğitimi için İtalya’ya gidi
-
Mario Levi’den Oyunbaz Roman Mario Levi’nin okurlarını hem sevindirecek hem şaşırtacak yeni romanı “Bu Oyunda Girmek Vardı” geçen günlerde kitapçı raflarındaki yerini aldı. Roman alışıldık Levi romanlarından farklı. Bir İstanbul
-
Hem Eğlenceli, Hem Politik Jose Louis Borges, babasının kütüphanesinde başlayan okuma serüveninde “tuhaf” kitaplarla karşılaşmış ve genellikle fantastik dünyalara açılan okuma deneyimi, kuşkusuz yazacaklarına rehberlik de etmiş
-
Ahmet Altan’ın Aşk’ı “Aşkı kimden okumak istersin?” diye sorsalar, akla ilk gelecek isimlerden biridir Ahmet Altan. Kafanızda dönüp dolaşan ama bir türlü kelimelere dökemediğiniz duyguları bir anda onun aşk anlatımında bu
-
Biraz Yavaşlamak İçin Hayatlarımızı hoyratça işgal eden ülke gündeminin gölgesinde, inatla ruhumuza iyi gelen, bizi besleyen, bize insan olduğumuzu hatırlatan şeylere tutunmak zorundayız. “Siyasetle ilgilenmiyorum” demek d
Yeni Annenin Eski Zincirleri
Melisa Ceren Hasmaden (melisahasmaden@gmail.com)
Foucault’ya göre iktidar tepeden aşağı inen yekpare bir emir zinciriyle işlemez. Aksine dağılmış, parçalara bölünmüş bir halde yaşamın tüm alanlarına nüfus eder. Bireylerin yaşam biçimlerinden deneyimlerine, toplumsal kimliklere, cinsel kimliklere ve elbette aileye dek her şeyi biçimlendiren bir söylemler bütünüdür. Egemenlerin bu iktidar ağını yönetmek üzere uyguladıkları biyopolitikalar sayesinde, her bir bedene tek tek hükmedilir, her birey iktidar ağının bir uzantısına dönüşür; artık iktidar dışarıdan içeriye değil içeriden dışarıya doğru yayılmaktadır.
Bu durum aileyi ve kadını, biyopolitikaların biricik üretim ve uygulama alanına dönüştürür.
İşte bu nedenle, yaşamımızın her bir adımının egemenlerce usul usul biçimlendirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bize, özellikle de kadınlara, nasıl yaşamasını, nasıl görünmesini, ne kadar yemesini, ne kadar konuşmasını, hatta ne kadar gülebileceğini söyleyenler şimdi de kaç çocuğun annesi olması gerektiğini, hatta nasıl bir anne olması gerektiğini de dikte ediyor. Sadece bizim memlekette değil, neredeyse dünya üzerinde ademoğullarının ayak bastığı her bir toprak parçasında, kadının bedeni ve yaşam alanı kapitalist sistemin ve neoliberal politikaların bir numaralı müdahale alanı haline geldi. Kadınların yüzyıllar içinde elde ettiği kazanımlar alaşağı edilirken; “annelik”, sistemin kadınlara karşı kullandığı ideolojik aygıtlardan birine dönüştürüldü.
Kapitalist sistem kadınları hâkim annelik ideolojisi içinde tutmaya çalışırken, doğası gereği, bunu bir pazara da dönüştürdü. “İdeal anne” adeta bir norm gibi sunuldu ve bu “ideal annenin” sahip olması gereken ölçütler alışveriş listesi formatında kadının gözüne anbean sokuldu.
Yayıncılık sektörü de bu süreçten payını aldı elbette. Kadın, daha hamile kalmaya niyetlendiği andan itibaren annelik sürecine hazırlanması için bilgi edineceği kitaplarla her adımda karşılaşır oldu. Hamilelik, doğum ve anneliğin ilk evrelerini anlatan ve kadınlara bu süreci nasıl yönetmeleri gerektiğini söyleyen kitapların sayısı hızla arttı. Bu kitapların pek çoğu annelere ve anne adaylarına nasıl “ideal anne” olacaklarını anlatırken, kadınların yüzyıllar içinde elde ettikleri pek çok kazanımdan vazgeçmelerini de satır aralarında öğütlüyordu. Açıktan değilse de kadını ev alanına geri çekilmesi konusunda yönlendiren kitapların sayısı hiç az değil. Bir süper/ideal anne olmaya çalışmanın doğal bir sonucunun bu olduğunu da söylemek mümkün. Çünkü gerçek şu ki; bir yandan yoğurt mayalayan, diğer yandan evde ekmek pişiren, üretebildiği her şeyi evde üreten, marketlerde pazarlarda doğal/organik ürünlerin peşinde koşup bunlara avuç avuç para döken ve bunu yapamadığında kendisi suçluluk duygusuyla baş başa bulan kadın, bir yandan da çalışma hayatındaki varlığını sürdürmeye çalışıyor ve bu hiç kolay değil. O yüzden; doğal annelik, ekolojik annelik, geleneksel annelik, yavaş annelik gibi bize nasıl bir anne olmamızı söyleyen, özünde birbirine benzeyen pek çok annelik ekolüne derinlemesine baktığımızda hepsinin aynı ideolojik kaynaktan beslendiğini görmek mümkün.
Bu dosyada kadına bu annelik modellerini sunan kitaplara olduğu kadar, annelik kisvesi altında kadına vurulmaya çalışılan zincirleri açık eden kitaplara da değindik.
Annelikten Sonra Kadına Hayat Var Mı?
Feminist akımın önde gelen düşünürlerinden Elisabeth Baditer’e göre eğer kadın sistemin dayattığı ideal anne olmak için canını dişine takıyorsa “annelikten sonra kadına hayat yok”. Badinter, kadınların 1970’lerden bu yana elde ettikleri kazanımların annelik üzerinden yürütülen sinsi bir saldırıyla ellerinden bir bir nasıl alındığına ışık tutuyor. “Natüralizmin, bir hayli zayıflamış olan annelik içgüdüsü kavramına yeniden saygınlık kazandırarak ve kadın mazoşizmini ve fedakârlığını överek tekrar güç kazanması, kadın özgürleşmesinin ve cinsiyet eşitliğinin önündeki en büyük tehlikedir,” diyen yazar, daha doğal bir yaşam biçiminin dayatmasıyla; biberondan, bebek bezinden, hazır mamadan, müdahaleli doğumdan, kısacası hayatı ve anneliği kolaylaştıran her şeyden vazgeçmesi söylenen kadına annelikle birlikte yeni bir tür köleliğin, “bebek imparator”un biricik ve adanmış hizmetkârı olma görevinin dayatıldığının altını çiziyor.
İsimleri anneler arasında ağızdan ağıza dolaşan, hatta bazı annelik bloglarında bebek bakımının “ulu bilgesi” olarak anılan, Doğal Ebeveynlik akımının öncüsü Dr. William Sears ve Martha Sears annelere, bebeklerini her istediklerinde emzirmelerini önerirken bazı kültürlerde 4-5 yaşına kadar emzirmenin normal kabul edildiğini hatırlatıyor, çocuklarını belli bir uyku düzenine hazırlamak isteyen annelere ise çocuklarının uyku ritmine uymalarını öğütlüyor, anne ile bebeğin aynı yatağı paylaşmasının ise çağlardır işe yarayan bir uygulama olduğunu söylüyor. Sears çiftinin denkleminde kadına anneliğin, bebeğin “doğal” süreç ve ritmine itaat etmekten başka bir “doğru” bulunmadığı vurgulanıyor. Dolayısıyla “çocuğun en yüksek hayrı”nın gözetildiği bu metotta kadın için annelikten sonra bir var olma olanağı görünmüyor. Sözgelimi uyku düzenini tamamen bebeğin iradesine teslim edildiği bir sistemde, sabah işe gidecek olan kadının fiziksel ve ruhsal sağlığını nasıl koruyacağını kimse sorgulamıyor.
Sistemin Yeniden Üretiminde Anneye Düşenler
Küresel çapta iktidarın kadınların annelik deneyimine bu derece odaklanması, çocuk yetiştirme ve bakımı konusuna verdiği ‘önem’in kadın ve çocukların daha iyi, daha sağlıklı ve mutlu bir yaşama kavuşmaları niyetinden kaynaklandığını sanacak kadar safdil değilsek, bunun altında bir çapanoğlu olduğunun farkındayızdır. Foucault’ya göre sistemin en büyük sermayesi insandır ve bu sermayenin biçimlendirilmesindeki baş aktör de annedir. Dolayısıyla iyi genetik, iyi beslenme, yeterli hijyenin sağlanması, en iyi eğitim vs. hep daha verimli ve daha iyi yönetilebilir bir sermaye elde etmeye hizmet edecektir.
Yukarıda Sears çiftinin yönteminden söz etmiştim, şimdi buna zıt gibi görünen Gina Ford’un öğüdünden bahsedelim. Ford, çocuğunuzu sıkı bir planlama içinde yetiştirmenizi önerir. Bir bebek kaç saat uyuyacak, kaç saat uyanık kalacak, hangi aralıkla beslenecek, günlük aktiviteleri hangi sırayla yapacak... Bebeklikten itibaren sıkı bir düzene alıştırılması önerilen bu çocuklara, annenin öğretmesi beklenilen ilk şey; disiplin. Kendinden bekleneni yerine getirmeye neredeyse doğuduğu andan itibaren alışan bu bebekler, büyüdüklerinde iyi vatandaş adayı olacaklardır. (İyi vatandaşın ne anlama geldiğini açıklamaya gerek yok.)
Sears ve Ford farklı yönelimler öğütlüyor gibi görünse bile, bir noktada birleşirler: Kendini çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmeye adamış, hayatındaki her şey bunun ardından gelen, çocuk bakımı - ev işleri - çalışma hayatı üçgeni içinde sıkışıp kalmış bir kadın modeli. Hiçbir sınıfsal, kültürel, ekonomik ayrım gözetilmeksizin kadınlara dayatılan bu modeller annelik ve aile meselelerinin sandığımız kadar bireysel olmadığını gösteriyor. Anneyi sistemin bir numaralı aracı, yeniden üretiminde ise baş aktör konumuna getiriyor.
Annenin bu işlevini yerine getirebilmesi için medya ve hatta annelik eğitimleri aracılığıyla sağlıklı, sosyal uyumu yüksek, sisteme en iyi şekilde entegre olabilecek çocuklar yetiştirmenin yolları gösteriliyor. Yine bu sistem içinde çekirdek aile yüceltilirken, evi çekip çeviren, kocasını mutlu eden, harika (!) çocuklar yetiştiren, tüketim çarkında üzerine düşeni layıkıyla yapan ve bunlardan birinde başarısız olduğunda vicdan azabından kıvranarak derhal düzeltmeye koyulan, iktidarın ağına dolanmış kadınlar arzuluyor.
Sevi Bayraktar’ın “Makbul Anneler, Müstakbel Vatandaşlar: Noeliberal Beden Politikalarında Annelik” çalışması, bir sivil toplum örgütü olan AÇEV (Anne Çocuk Eğitim Vakfı) ile el ele vererek düzenlediği Anne Çocuk Eğitim Programı’na katılan 30 kadını mercek altına alıyor. Gazi Mahallesi’ndeki kadınlarla çalışmasını sürdüren Bayraktar, “bir yandan, gözleyen, değerlendiren, disiplin altına alan modern eğitimin kendi söylem ve pratiklerini, diğer yandan kamusal ve özel alanda kurulu hiyerarşik toplumsal cinsiyet ilişkilerini meşrulaştırmaya yarayan haliyle, bir kategori olarak ‘anneliği’ birlikte ele alarak” inceliyor. Türkiye’nin, 70 yıllık modernleşme sürecinde kadına biçtiği rolü hatırlatan Bayraktar, içinde bulunduğumuz yeni süreçte nelerin değiştiğine/değişmediğine de ışık tutuyor. Anneliğin araçsallaştırıldığı bu resimde, “Mahalleli kadınların annelikleri müstakbel annelikten öteye gidemezdi. Onlar devletin biçtiği annelik kalıbının hem içinde hem kıyısında konumlanan, bir türlü makbul kabul edilemeyecek annelerdiler...”
Örnekler ve kadınların bireysel hikâyeleri çevresinde biçimlenen bir diğer çalışma ise Oxford Brookes Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Tina Miller’ın “Annelik Duygusu: Mitler ve Deneyimler” kitabı. Miller İngiltere’de yürüttüğü çalışmasında Bangladeş ve Solomon Adaları’nda kadınların yaşadıkları annelik deneyimlerine ve anneliği nasıl anlamlandırdıklarına odaklanıyor. Kitap, sağlık personeli ve sosyologlar için bir başvuru kaynağı olmanın yanında, anne adaylarının ve annelerin de okuyabileceği, farklı kadınların annelik hikâyelerini bir araya getirerek kutsal annelik mitinin baskısı altında deneyim ve duygularını açıkça dışa vuramayan annelere yalnız olmadıklarını gösteriyor. Hamilelik haberini havalara uçarak karşılamayan, doğumu bir mucize olarak görmeyen, bebeğini ilk kucağına aldığında karmaşık duygular yaşayan, yalnız kalmaktan korkan, zaman zaman bebeğiyle nasıl başa çıkacağını bilemeyen gerçek annelerin, gerçek kadınların anlattığı hikâyeler, her daim mutlu, her şeyle başa çıkabilen, ne istediğini, ne yapması gerektiğini bilen mükemmel anne imajının yaldızlarının dökülmesini sağlıyor. Miller; sevgi, kaygı, korku, istek, isteksizlik arasında salınıp duran ve karmaşık bir süreç olan anneliği olduğu gibi kabul etmeleri ve kadınlara gerçekleştirilmesi imkânsız bir annelik yükünün altında ezilmektense kendilerini olduğu gibi ifade etmeleri için cesaret veriyor.
Tarihsel ve Toplumsal Perspektifte Annelik
Yakın zamanda Yapı Kredi Yayınları’nın üç ayda bir yayınlanan düşünce dergisi “Cogito” tam da bu konuya parmak basan bir sayı yayımladı: “Annelik”. Çıkış noktası, “muhafazakâr bir annelik tasavvurunun, bu tasavvurdan beslenen ‘ideal annelik’ normlarını temel alan düzenlemelerin giderek artan biçimde kadınları hizaya sokmanın aracı olarak kullanılmasıydı.” Dosyadaki on altı yazı, biyosiyaset pratikleri ve toplum mühendisliği tarafından bir ideolojik araca dönüştürülen anneliğe tarihsel ve toplumsal bir perspektiften yaklaşıyor.
Örneğin; Nazire Kalaycı “Erinysler’den Eumenidler’e: Abject Olarak Kadın” başlıklı yazısında Eumenidler tragedyası üzerinden anaerkil toplum yapısından ataerkil toplum yapısına geçiş sürecinde kadının ve anneliğin önce toplumdan dışlanmasını, sonra yeni sisteme uyumlanarak işlevselleştirilmiş bir şekilde toplum yapısındaki yeni statüsüne nasıl eklemlendiğini açımlıyor.
Nevin Eracar “Evden Taşan Çığlık” yazısında, anne-çocuk ilişkisinden söz edilirken at gözlüklerinin kör noktasında kalan bir deneyime odaklanıyor: Otistik çocukların annelerinin deneyimleri, toplumda karşılaştıkları zorluklar. Yazı bu deneyimi yaşayan klinik örneklere de yer veriyor.
Melis Tanık Sivri’nin “Anneler Sokağa Döküldüğünde: Cumartesi Anneleri” başlıklı yazısı neoliberal politikalarla eve kapatılıp özneliğini yitiren annelerin, sevdiklerini kaybedip yas süreçlerini tamamlama imkânı bulamadıklarında nasıl sokaklara taşan acıları ile bir direnişin öznesine dönüştüklerini anlatıyor. Ayrıca kayıplarının acısını tüm çocukları kapsayacak bir tasaya dönüştüren bu annelerin durumu psikanaliz kuramı çerçevesinde inceliyor.
Ani Ceylan Öner’in “Dişi bir İkarus: Kadınlık-Yazarlık-Annelik Arasında Sylvia Plath” yazısında Plath’in “kadın”, “anne”, “yazar” kimlikleri arasında verdiği varoluş mücadelesini ve bu mücadelenin onu intihara sürükleyişini konu ediniyor. Plath’in şiirlerinden ele aldığı örnekler, şairin anneliğe dair deneyim ve algısını sorgularken, bir diğer annenin –Sylvia Plath’in annesi Aurelia Plath- bu varoluş üçgenindeki rolünü de inceliyor.
Sylvia Plath, kendi hayallerinden vazgeçmiş ve kendini çocukları aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışan bir annenin kızıdır. Üzerinde hissettiği her zaman başarılı olma baskısı benliğinde derin yaralar açmış ve hayatı boyunca yetersizlik korkularıyla baş etmek zorunda kalmasına neden olmuştur.
Psikoterapist Jasmin Lee Cori’nin, “Var’olan Annenin Yok’luğu” kitabı ise oldukça önemli bir konuyu ele alıyor. Fiziksel olarak çocuklarının yanında olan, ama duygusal olarak orada bulunmayan anneleri ve çocuklarının kişiliklerinde yarattığı hasarı, “olmayan anne”yle büyüyen çocuğun yetişkinlikte bu yokluğu nasıl ikame edebileceğini anlatıyor.
Son olarak annelik konusunda yakın zamanda yayımlanmış bir romandan söz edelim. Irmak Zileli “Gözlerini Kaçırma” adlı romanında üç kuşaktan kadına, üç kuşaktan annelik deneyimine odaklanıyor. Dışarıdan bakıldığında disiplinli anne, fedakâr anne, modern anne temsilleri olarak okuyabileceğimiz bu üç karakterin hikâyelerinin derinliklerine doğru ilerledikçe anneliğin halesinin yaldızları dökülmeye başlıyor. Zileli bu romanında anneliğin karanlık yüzünü okurla buluşturuyor.
Sisteme uyumlanmayı öneren annelik eğilimlerinin karşısında feminist bir perspektife yaslanarak annelik kurumunu toplumsal olarak sorgulayan kitaplara, Cogito’nun farklı perspektiflerden yaklaşarak ortaya koyduğu “Annelik” sayısına, annelik deneyimini biçimlendirilmesi için rehber olabilecek bir psikoloji çalışmasına ve anneliği dert edinmiş bir romana yer vererek konuyla ilgili külliyatın küçücük bir bölümüne ışık tutmaya çalıştık. Okumanın özgürleştirdiğine inanarak, yeni annelerin ayaklarına dolanan eski zincirleri kıracak cesareti bulabilmeleri dileğiyle.
“Doğal Ebeveynlik”, Dr. William Sears ve Martha Sears, 296 s., Doğan Kitap, 2011
“Anneliğe İlk Adım”, Dr. William Sears ve Martha Sears, 212 s., Martı Yayınları, 2010
“Uyku Rehberi”, Gina Ford, 120 s., Dinozor Yayıncılık, 2010
“Kadınlık mı? Annelik mi?”, Elisabeth Badinter, 184 s., İletişim Yayıncılık, 2011
“Makbul Anneler Müstakbel Vatandaşlar”, Sevi Bayraktar, 168 s., Ayizi Kitap, 2011
“Annelik Duygusu: Mitler ve Deneyimler”, Tina Miller, 276 s., İletişim Yayınları, 2010
“Cogito Sayı 81 – Annelik”, Kolektif, 252 s., Yapı Kredi Yayınları, 2015
“Gözlerini Kaçırma”, Irmak Zileli, 232 s., Remzi Kitabevi, 2014